Dini Bilgiler İslam > S

Dini Bilgiler Ansiklopedisi

S

S-Ş HARFİ

SÂ':
Hanefî mezhebinde 3500 gr'lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır. 
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd su ile abdest alır, bir sâ' hacminde su ile guslederdi. (Halebî İbrâhim) 

SÂAT:
1. Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri. 
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek (ibâdetle geçirmek), bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî) 
Fıkıh kitablarında saat demek, bir miktâr zaman demektir. (Mahmûd bin Muhammed Buhârî) 
İkindi namazından sonra öyle bir saat vardır ki, o vakitte, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir. Muhâsebe; gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın yaptıklarını gözden geçirmesi, ibâdet ve günâhtan p ayına düşenleri ayıklaması, iyiliklerine şükr, kötülüklerine tövbe, istiğfâr etmesidir. (Ali bin Hüseyin) 
2. Kıyâmet. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Bilakis sâat onlara asıl vâd edilendir ve o sâat cidden çok zor ve acıdır. (Kamer sûresi: 46) 
Sana sâatten onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. (A'râf sûresi: 187) 

SABAH VAKTİ:
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti. 

SABÎ:
Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir. 
Bütün insanlara kabir suâli vardır. Sabî iken ölene de cenâb-ı Hak cevab vermesini ilhâm edecektir (söyletecektir). (Ebû Bekr Sirâc) 

SÂBİÎLER:
Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
O îmân edenler, o yahûdîler, o sâbiîler, o nasrânîler, o mecûsîler, o (Allah'a) eş koşanlar (yok mu?) Allah kıyâmet günü (bütün) bunların aralarını mutlaka ayıracak (ilâhî hükmünü verecek) tır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir. (Hac sûresi: 17) 
Şüphe yok ki îmân edenlerle, yahûdî olanlardan, sâbiîlerden, masrânîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe îmân edip de sâlih amelde bulunursa, artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir. (Mâide sûresi: 69) 
Sâbiîler, yıldızların büyük rûhlarının olduğunu kabûl ederler. Hakîm, mukaddes, celâl ve azâmetine (büyüklüğüne) ulaşılması imkânsız, fakat rûhlar vâsıtası ile kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Rûhlar, cevher olarak cismânî (cisim ol an) maddelerden ve cismânî melekelerden münezzehtirler. Fiilde bunlar eşyâyı meydana getirir, yenileştirir ve bir hâlden diğer hâle değiştirirler. Yedi seyyârenin (gezegenin) idârecileri bunlardan olup seyyâreler onların mâbedleri gibidir. Seyyâreleri rûhlar hareket ettirirler. Dünyâ hâdiselerini, rüzgârları, fırtınaları, zelzeleleri onlar idâre eder ve her varlığa kuvvet ve kânunlarını onlar dağıtırlar. Domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuşların ve güvercinin etini yemezler, sünnet yaptırmazlar . Dînî merâsim dilleri Süryânîcedir. (Şehristânî) 

SÂBİKÛN:
Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri. 
Sâbikûn, her hallerinde Peygamber efendimize uymaları vâsıtasıyle, zâhirde ve bâtında en yüksek mertebeye ulaşmışlar, güzel ahlâk sâhibi olmuşlar, kavuştukları yüksek mertebeden dönüp, aşağı inmeye ve böylece insanları Allahü teâlânın beğendiği yola girmeye dâvet etmekle (çağırmakla) vazîfelendirilmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî) 
Mü'minler sâbikûnun sırlarını anlayamaz. Kur'ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen işâretler, bunlara mahsûs sırlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmez ler. Kıyâmette bunlara husûsî muâmele yapılır. Kendilerine ayrıca ikrâm olunur. (Ahmed Fârûkî) 

Sâbikûn-ı Evvelûn:
Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâhut, Resûlullah'ı ilk tasdîk edenlerden olup, kendilerinden sonra insanların peşipeşine İslâm'a girdiği hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, hazret-i Zeyd bin Hârise, Osman bin Affân, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Talhâ bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ile Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) birinci, ikinci ve üçüncü Akabe bîatlarında bulunanlar. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Muhâcirler ve Ensâr'dan olan Sâbikûn-ı evvelûn ve îmânda ve ihsânda bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. Orada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100) 

SABR (Sabır):
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül etme, katlanma. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: 
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et! Onlara azab verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Ahkâf sûresi: 35) 
Rablerine sabah akşam duâ eden ve O'na kavuşmak istiyenlerle birlikte bulun ve sabr eyle. Onlardan başka bir yere bakma. (Kehf sûresi: 28) 
Sabr eden zafere kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ) 
Her kim sabr ederse, Allahü teâlâ o kimseye sabrın hakîkatini ihsân eder. Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsân verilmemiştir. (Hadîs-i şerîf-Müsannef fil-Hadîs) 
Sabrın başı acı, sonu bal gibi tatlıdır. (Fakîrullah) 
Sabr dînin yarısıdır. (İmâm-ı Gazâlî) 
Sabrın alâmeti, şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir. (Abdullah Harrâz) 

Sabr-ı Cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
(Ya'kûb aleyhisselâm, oğullarına) dedi ki:Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim. (Yûsuf sûresi: 18) 
Sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksadlarla olursa, buna sabr-ı cemîl denmez. (İsmâil Hakkı Bursevî) 

SABÛR (Es-Sabûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen. 
Güneş doğduktan sonra yüz kere es-Sabûr ism-i şerîfini söyleyen kimse, belâlardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî) 

SÂCİD:
Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden. (Bkz. Secde) 
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: 
İblîsten başka bütün melekler secde ettiler, o (iblis) sâcidlerden olmadı. (A'râf sûresi: 11) 

SAD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi. 
Sad sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Sad harfi ile başladığı için sûreye Sûret-üs-Sad denilmiştir. Sûrede; müşriklerin (puta tapanların) bozuk yolda oldukları, Nûh, Sâlih, Hûd, Şuayb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhim, İshak, Ya'kûb, İsmâil, İlyâs, Zülkifl ve Âdem aleyhimüsselâmın kıssaları, hak yolda peygamberlerin çektikleri eziyetler ve sonunda nusret-i ilâhiyyeye (Allahü teâlânın yardımına) kavuştukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî) 
Allahü teâlâ, Sad sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
(Habîbim) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tövbe ederdi. (Âyet: 17) 
Kim Sad sûresini okursa, Allahü teâlânın, Dâvûd aleyhisselâmın emrine verdiği dağların ağırlığının on katı sevâb verilir. Ve büyük küçük bütün günahlara ısrardan muhâfaza edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri) 

SADAKA:
1. Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma. 
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: 
Ey îmân edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle boşa çıkarmayın... (Bekara sûresi: 264) 
Akrabâya sadaka vermek, ecîr (sevâb) bakımından iki kattır. (Hadîs-i şerîf-Kenzül-Ummâl) 
Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî) 
Hoş (güzel) söz, bir sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim) 
Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred) 
Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır. (S. Abdülhakîm Arvâsî) 
Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır. (Ahmed Fârûkî) 
Zekât borcu veya başka borcu olanın sadaka vermesi sevâb olmaz, günâh olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî) 
2. Zekât. 
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: 
Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan) me'murlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihâd edenlere, (parasız kalmış) yolcuya mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60) 
Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından) temizleyesin, onların (sevâblarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzûrdur (onların ızdırablarını yatıştırır) . Allah onların îtirâflarını (senin de duânı) işitici, kalblerindeki pişmanlığı bilicidir. (Tevbe sûresi: 103) 
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) 
3. Ganîmet. 
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: 
(Ey Resûlüm!) Onlardan, sadakaların taksimi husûsunda seni ayıplıyanlar da vardır. Sadakalardan onlara da bir pay verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (Tevbe sûresi: 58) 

Sadaka-i Câriye:
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebeb olan sadaka. 
Bir mü'min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevâbı amel defterine yazılmaya devâm eder. Bu üç amel; sadaka-i câriye, faydalı ilim (kitabları) ve kendisine hayırlı duâ eden sâlih evlâddır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî) 

Sadaka-i Fıtır:
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, h urma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir. (Bkz. Fıtra) 
Allahü teâlâ, sadaka-i fıtr veren zenginlerinizi günâhlardan temizler (mallarına, işlerine bolluk ve bereket verir) . Sadaka-i fıtr veren fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd) 
Sadaka-i fıtr olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa veya bu miktâr hurma veya kuru üzüm verilir.Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve gümüş de verilebilir. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn) 
İslâmiyet'in vâcibleri yedidir. Sadaka-i fıtr, yakın akrabânın nafakası, vitr namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve hanımının kocasına hizmeti. (Alâüddîn Haskefî) 

SADÂKAT:
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah. 
(Ziyâ Paşa) 

SÂDÂT:
1. Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler. (Bkz. Seyyid) 
Sâdât'ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah'ın torunları olup O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî) 
2. Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar. 

SÂDIK:
1. Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Ey mü'minler! Allahü teâlâdan korkun ve dâimâ her zaman sâdıklar ile birlikte bulunun. (Tevbe sûresi: 120) 
2. Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
"Bu (Allahü teâlânın Cennet'te cemâlini göstereceği) zaman sâdıka sıdkının fayda vereceği zamandır. (Mâide sûresi: 119) Sâdık dost ve hâlis kimyâ, Az bulunur, hiç arama. 
(İmâm-ı Şâfiî) 
Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır. (İmâm-ı Şâfiî) 
Sâdık öyle kimsedir ki, dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf söyler. Sâdık, Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir. Kılıca karşı duran iki parça olur. (Zünnûn-i Mısrî) 
Sâdık kul, amel etmeden, hâlis kul amel edince, amelin tadını alır. (Ebû Türâb Nahşebî) 

SADİST:
Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan ruh hastası kimse. 
Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san'at inceliklerini, aralarındaki hesaplı bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir . İnanmayanın, anormal, geri kafalı, câhil olması, yâhut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala olması veya nefsinin esiri, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayat hikâyeleri incelenirse, bu üç kısımdan biri olduğu hemen ortaya çıkar. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa) 

SADR-I EVVEL:
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır. 
Sadr-ı evvelden sonra, minâre, mekteb, kitab gibi sonradan yapılmış şeyler bid'at yâni dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izin vermiş hattâ emretmiştir. (Abdülganî Nablüsî) 

SAF:
Dizi, sıra. Namazda cemâatin sırası. 
Saflarınızı düzeltiniz. Dosdoğru yapınız. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd) 
Safları düzeltmek namaz kılmanın bir parçasıdır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî) 
Saflarınız ileri geri olmasın. Böyle olursa kalbleriniz de böyle karışık olur. (Hadîs-i şerîf-Günyet-üt-Tâlibîn) 
Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndek i safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. (İbn-i Âbidîn) 

Saf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi. 
Saf sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On dört âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede mü'minlerin saf saf olup Allah yolunda savaştıkları anlatıldığı için Sûret-üs-Saf denilmiştir. Sûrede; insanların yapamayacakları şeyler hakkında söz vermeleri nin kötülüğü, düşman karşısında azimle cihâd edenlere karşı Allahü teâlânın muhabbeti, İslâmiyet'i kabûl etmeyenlerin kötülenmesi, Allahü teâlânın dînini koruyacağı, en hayırlı işin îmân ve Allah yolunda cihâd etmek olduğu, bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî) 
Allahü teâlâ Saf sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
Ey mü'minler! Allahü teâlânın (dînini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; "Allahü teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?" demişti. Havârîler de; "Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları" demişlerdi... (Âyet: 14) 
Müşrikler istemese de, İslâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed'e (aleyhisselâm sebebi hidâyet olan) Kur'ân ve İslâm dîni ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 9) 
Kim Saf sûresini okursa, Îsâ aleyhisselâm ona duâ eder. Dünyâda kaldığı müddetçe onun için istigfâr (tövbe) eder, kıyâmet günü onun arkadaşı olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vîl) 

SAFÂ VE MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Şüphe yok ki, Safâ ile Merve Allah'ın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetlerden) dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları (Safâ ile Merve'yi) güzelce tavâf etmesinde bir günâh yoktur. (Bekara sûresi: 158) 
... İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla annesi Hâcer'i Mekke'ye bıraktığında erzakları ve suları bitti. Çocuğuna su aramak için önce Kâbe yakınındaki Safâ tepesine çıktı. Sonra vâdiye karşı durup, baktı. Kimseyi göremeyince, Safâ tepesinden vâdiye indi. Vâdiye varınca ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra çok müşkil bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim diye baktı fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve iyice dinledikten sonra şimdiki zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek (Cebrâil aleyhisselâmı) görüp oraya gitti... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî) 
Haccın vâciblerinden birisi, Safâ ile Merve tepesi arasında sa'y ederken Safâ'dan başlamaktır. Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner. Tekbir, tehlîl ve salevât getirir. Sonra iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ e der. Sonra Merve'ye doğru yürür. Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir. (Molla Hüsrev) 

SÂFFÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi. 
Sâffât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz seksen iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen saf tutmuş melekler mânâsına gelen Sâffât kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın birliği, kâfirlerin âhirette uğrayacakları azablar, îmân edenlere âhirette verilecek mükâfâtlar, Nûh, İbrâhim, İshak, Mûsâ, Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus aleyhimüsselâmdan, sâlih kullardan, Allah yolunda olanların mutlaka gâlib geleceği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî) 
Allahü teâlâ Sâffât sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
Allahü teâlâ, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. O, maşrıkların (doğuların) da Rabbidir. Hakîkat biz (size) en yakın göğü bir zînetle, yıldızlarla (donatıp) süsledik. (Onu itâatten çıkan) her mütemerrid şeytandan koruduk. Böylece onlar, mele-i a'lâya kulak verip dinleyemezler, her yandan koğularak atılırlar. Onlar için (âhirette de) ardı arası kesilmez bir azâb vardır. (Âyet: 5-9) 
Kim Yâsîn ve Sâffât sûresini Cumâ günü okur, sonra da Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, Allahü teâlâ ona dilediğini verir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Neccâr) 
Kim kıyâmet günü tam ve kâmil anlamda sevâb almayı arzu ederse, oturmakta olduğu meclisten kalkacağı sırada, Sâffât sûresinin son üç âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i İbn-i Kesîr) 

SAFİYY:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce kılıç, zırh ve at gibi seçip aldığı bâzı şeyler. 
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr muhârebesinde zülfikâr isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm) 

SAFİYYULLAH:
"Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı. 
Âdem aleyhisselâm Safiyyullahtır. Allahü teâlâ onu kendi kudreti ile halketti (yarattı). Kendi rûhundan üfledi. Aksırınca ona hamdetmeyi, her şeyin ismini ve faydasını bildirdi. Melekleri ona secde ettirdi. Bütün insanların babası oldu. Onu yeryüzünd e kendi halîfesi kıldı. Şeytanı onun sebebiyle ebedî kovdu. Kendisi Safiyyullah olduğundan, temiz ve habîs rûhları, cennetlik veya cehennemlikleri ayırır, fark ederdi. (Bkz. Âdem Aleyhisselâm) (Molla Miskin Muhammed Muîn) 

SAFİZM:
Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik. 
Safizm, yabancı erkeklerin bakması ve dokunması gibi haramdır. Allah'tan korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. (İmâm-ı Rabbânî) 

SAFVET:
Temizlik, hâlislik, paklık. 
Safvet ancak güzel ahlâk ile mümkündür. (Celâleddîn Muhammed Devânî) 
Safvet niyete bağlıdır. Niyeti hayır olanın âkıbeti (sonu) de hayır olur. Niyeti bozuk olanın âkıbeti de bozuktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 

SAGÂİR:
Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar. (Bkz. Günâh-ı Sağîre) 
Sagâiri tekrâr işlemekte ısrâr etmek, büyük günâhtır. (Muhammed İznikî) 
Sagâirden birini yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevâbtır. (Abdülhakîm Arvâsî) 
Farz namazları vakti girmeden önce kılmak ve vakti çıktıktan sonra kılmak kebâirdir, büyük günâhtır. Büyük günâh, ancak tövbe etmekle affolur. Sagâiri affettirecek şeyler çoktur. Tövbe ederken kılmadığı namazları kazâ etmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym) 

SAHÂBE:
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet v e saygı için, "Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek arkadaşları" mânâsına Sahâbe-i kirâm denir. Ayrıca onların ismi anıldığında; "Allahü teâlâ onlardan râzı olsun" mânâsına radıyallahü anhüm ecmaîn söylenir. (Bkz. Eshâb) 
Bütün din büyükleri buyuruyor ki: "Sahâbe-i kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sonra insanların en efdali, en üstünüdür." Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem bir kerre gören bir müslüman, görmiyenlerin hepsinden , hattâ Veysel Karânî'den kat kat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam'a girince, bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayran kalıp; "Bunlar, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden daha yüksektir" dediler. Bu dînin en büyük âlimlerinden olan Abdullah ibni Mübârek (r.aleyh), buyuruyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken hazret-i Muâviye'nin (r.anh) bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ daha üstündür." (İmâm-ı Rabbânî) 
Sahâbe-i kirâmın aleyhimürrıdvân üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler pekçoktur. (İmâm-ı Rabbânî) 

SAHÂBÎ:
Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim. 
Sahâbîleri aleyhimürrıdvân sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden seçilmiş, beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip onlar gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en büyük nîmetidir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyrulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennet'te onların yakınlarında olanlar ile berâberdirler. (İmâm-ı Rabbânî) 

SÂHİB-İ HAYRÂT:
Hayırlar sâhibi. 
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini kendilerine düstûr edinen Osmanlı sultanları, sâhib-i hayrât olarak yaptıkları sayısız vakıflarıyla İslâm âlemini ihyâ etmişlerdir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi) 

SÂHİB-İ TERTÎB:
Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse. 
Sâhib-i tertîbin bir günlük beş vakit farzı ve vitir namazını kılarken ve kazâ ederken tertibi (namaz sırasını) gözetmesi farzdır. (Halebî) 
Sâhib-i tertîb olan, bir farz namazını özürsüz yere vaktinde kılmazsa, bu namazı gelen ilk vaktin namazından önce kazâ etmesi lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî) 
Kaçırılan namazlar altı veya daha çok vakte ulaşırsa, kaçırılan namaz ile vakit namazının her ikisini de kılamayacak şekilde vakit dar olursa; bu durumda önce vakit namazı kılınır, sonra kaçırılmış namaz kazâ edilir. Kazâya kalmış olan namaz unutular ak bir sonraki vakit namazının kılınmasıyla sâhib-i tertîblik vasfı (özelliği) kalkar. (M. Zihni Efendi) 
Sâhib-i tertîb önce kılmadığı namazı namaz içinde hatırlarsa, namazı bozulur. Kılmadığı namazı önce kazâ eder sonra vaktin namazını edâ eder. (İbn-i Âbidîn) 
Beşten fazla kazâları olan bunları kazâ ede ede azalarak altıdan aşağıya inince, sâhib-i tertiblik vasfı tekrar geri gelmez. Bunlar, sırasız da kılınabilir. (M. Zihnî Efendi) 

SAHÎFE:
Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur. 
Kur'ân-ı kerîme ve sahîfelere inanmak îmânın şartlarındandır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen yüz dört kitab vardır. Yüzü suhûftur. Bunların, on suhufu Âdem aleyhisselâma, elli suhufu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdris aleyhisselâma, on suhufu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Yüz kitabdan dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur (inmiştir). Bunların hepsi Cebrâil aleyhisselâm denilen vahy meleği vâsıtasıyla nâzil olmuştur, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa) 

SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet. 
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından ku rtulunamaz. Sahîh olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşulamaz. İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da lâzımdır: İlim, niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank (yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm Arvâsî) 

Sahîh Bey':
Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş. (Bkz. Bey') 
Sahîh bey'in meydana gelmesi için alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendisine satış yapmaması, akd yapılması yâni birinin îcâb yâni teklif edip, karşısındakinin onu ayrılmadan önce k abûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebîin (malın) ve semenin (bedelin) mal olmaları, mütekavvim (kullanılmasına dînen izin verilen ve kullanılması mümkün) mal olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn) 
Mal, sözleşme sırasında satanın mülkünde değilse, sonra satarak teslim etse, bu sahîh bey olmaz. Mülkünde olmayıp da sonra teslim edeceği malı satmak için selem satışı yapmalı, yâhut sözleşme yapmayıp semeni (bedeli) emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık ve sözleşme yapmalıdır. (İbn-i Nüceym) 

Sahîh Ced:
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba. (Bkz. Ferâiz) 
Sahîh ced, ya ölenin babası ile bulunur veya bulunmaz. Bulunması hâlinde babanın varlığı cedd-i sahîhi mîrâstan düşürür. Meyyitin (ölünün) babası bulunmazsa, sahîh ced baba gibi olur ve babanın hakkı olan hisselerden alır. (M. Mevkûfâtî) 

Sahîh Hadîs:
Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri hadîsler ve meşhûr, yâni ilk zamanları bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîsler. (Bkz. Hadîs) 
Dört mezheb imâmının (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbelî'nin) her biri, kendi re'yi (görüşü) ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; "Sahîh hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullah'ın hadîsine uyun !" demiştir. Mezheb imâmlarımız bu sözü, kendileri gibi müctehîd olan derin âlimlere söylemişlerdir. Çünkü böyle bir işi ancak onlar anlar ve yapabilir... (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) 

Sahîh Kan:
Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan; hayız ve aybaşı kanı. (Bkz. Hayz) 
Bir kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükten sonra istimrar ederse (kan devâm ederse), bu kız âdeti belli olan kadın olur. Meselâ beş gün kan görse, sonra kırk gün temiz olsa, istimrâr başından beş gün hayz, sonra kırk gün temiz kabûl dilir. Kan ke silinceye kadar böyle devâm eder. (İbn-i Âbidîn) 

Sahîh Kavl:
Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz. 
Bir müctehidin veya iki ayrı müctehidin bir iş hakkında iki ayrı kavli bulunsa, birine sahîh, diğerine esahh kavil dense, esahh kavl ile fetvâ verilir. (Bkz. Esahh) (İbn-i Âbidîn) 

Sahîh Temizlik:
Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün. 
Âdeti beş gün olan bir kadın, sahîh temizlikten sonra altı gün kan görürse, bu altı gün yeni hayız olur ve yeni âdeti olur. (İbn-i Âbidîn) 

Sahîh-i Buhârî:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi. 
Sahîh-i Buhârî'de yedi bin iki yüz yetmiş beş hadîs-i şerîf vardır. Bunlar altı yüz bin hadîs arasından seçilmiştir. İmâm-ı Buhârî hazretleri her hadîs-i şerîfi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki rek'at namaz kılar, istihâre ederdi. Sahîh-i Buhâr î'yi on altı senede yazmıştır. (Ahmed Nâim) 
Sahîh-i Buhârî, en kıymetli hadîs-i şerîf kitâbıdır. İslâm âlimleri sözbirliği ile Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb, Sahîh-i Buhârî'dir, buyurmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm) 
Sahîh-i Buhârî'deki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: 
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır. 
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir. 
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin Hûrinin yanına git der. 

SAHÎHAYN:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim. 
Sahîhayn'daki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: 
Müslüman müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntı lı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter. 

SÂHİR:
Büyü ve sihir yapan. (Bkz. Büyü) 
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Sâhir tövbe etmezse muhakkak Cehennem'dedir. (Muhammed Rebhâmî) 
Sâhir, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te'sir eder diyenin ve inananın îmânı gider. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te'sir edebilir, demelidir. (İmâm-ı Rabbânî) 

SAHÛR:
Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit. 
Sahur yemeğini yeyiniz. Çünkü onda bereket vardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim) 
Bir yudum su ile de olsun sahur yapınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân) 
Sahur yemeğinden gündüzün orucu, kaylûleden de gecenin namazı için istifâde edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce) 
Üç şey vardır ki, bunlar üzerine kul hesâba çekilmez: Sahur yemeği, iftâr yemeği ve din kardeşleriyle birlikte yenilen yemek. (Hadîs-i şerîf-Müslim Şerhi) 
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât) 
Ramazân-ı şerîfte, iftarı erken yapmak, sahuru geciktirmek sünnettir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısıyla her şe ye muhtâc olduğunu göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. (İmâm-ı Rabbânî) 

SAHV:
Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli. 
Sahv hâlinde olan, emirlere uygunsuz davranabilir. Ancak bu davranış, Allahü teâlânın lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. (Abdullah-ı Dehlevî) 
Sahv hâlinde olanlarda sekr (kendinden geçme hâli) hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmağa benzer. Tuzsuz taam (yemek) tadsız olur. (İmâm-ı Rabbânî) 

SÂÎ:
Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru. 
Dört çeşit zekât malından ikisine yâni zekât hayvanları ile topraktan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını sâî toplar. Hükûmet, bu toplanan malları (ve âşir) denilen me'murların yolcu tüccarlardan aldıkları zekâtı beyt-ül- mâl denilen devlet hazînesinde saklayıp, yedi sınıftan herbirine sarf eder. (İbn-i Âbidîn) 

SA'ÎD:
Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Sa'îd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler. (Hûd sûresi: 108) 
Şakîler dünyâya sarılır, sa'îdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır. (Abdülhakîm Arvâsî) 
Bir kimsenin sa'îd olmasının nişânı (alâmeti) şudur ki, Hak teâlâ hazretlerinin kazâ ve kaderine râzı olur. Şakî olmasının nişânı da şudur ki, kazâ ve kadere râzı olmayıp, bağırır, çağırır, çok ağlar, sızlar. (Süleymân bin Cezâ) 

SÂİL:
İsteyen, yoksul, dilenci. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Sâile gelince (onu) azarlayıp koğma. (Duhâ sûresi: 10) 

SÂİME:
Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar. 
Sâime hayvan sayısı nisâb miktârı olduktan (zekât sınırına ulaştıktan) bir yıl sonra zekâtı verilir. Yük taşımak ve binmek için olursa, sâime denilmez ve zekâtı lâzım olmaz. (İbn-i Hümâm) 
Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler. (M. Mevkûfâtî) 
Sâime hayvanlarda; koyunlardan kırk koyunda bir koyun, sığır ve mandalardan otuz sığırdan kırk sığıra kadar, iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı, develerde nisâb (zenginlik ölçüsü) beş olup, birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun z ekât verilir. (Burhâneddîn-i Mergınânî) 

SAKAL-I ŞERÎF:
Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi. (Bkz. Lihye-i Şerîf) 
Peygamber efendimizin mübârek saçları ve sakal-ı şerîfinin kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısal tırdı. Saç ve sakal-ı şerîfini boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri vardı. (İmâm-ı Kastalânî) 

SAKALÂN (Sakaleyn):
1. İnsanlar ve cinler. 
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: 
Ey sakalân! Yakında (kıyâmet günü) sizi hesâba çekeceğiz. (Rahmân sûresi: 31) 
Sakalân, yeryüzünde bulunan diğer mahlûkâta nazaran yüklendikleri emir ve yasaklar îtibâriyle daha büyük bir varlığa sâhib oldukları için bu adı almışlardır. Yâhut bunlar, yeryüzünde ölüleri ve dirileriyle bir ağırlık vermekte oldukları için kendiler ine sakalân denilmiştir. (Ahmed Sâvî-Senâullah Dehlevî) 
2. Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim. 
Ben size sakalânı bırakıyorum: Kitâbullah (Kur'ân-ı kerîm) ve Ehl-i beytim (akrabâlarım) . (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî) 

SAKÎM AKIL:
Hasta, ileriyi göremeyen akıl. (Bkz. Akıl) 
Sakîm akıllılar yaptıklarından hep pişmân olurlar. Niye yaptım diye dövünürler. Böyle bir akla nasıl güvenilir. Bunların aklı dinde senet olmaz. (Seyyid Abdülhakîm) 

SALÂ:
Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm. 
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir bid'attır. Okunması mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 

SALÂBET-İDÎNİYYE:
Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti. 
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, " Allah yolunda cihâd edenler, kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka) 
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mânî olmamanın zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir. (Muhammed Hâdimî) 
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre edecek devlet adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı olurlar). Onların bütün meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık d uyguları da, an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i dîniyyelerinden ileri gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça) 

SALÂH:
Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma. 
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh etmesi câiz (uygun) olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ) 
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf etmiyen) ve sâlih iyi veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise, müsâvî dağıtmalıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye) 

SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemi salâtının O'nu melekler arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu d a rivâyet edilmiştir.) (Ahzâb sûresi: 56) 
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden men eder, alıkor. (Ankebût sûresi: 45) 
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Yanında bulunanlar; hayır, yâ Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim) 
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn) 
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn) 
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur: Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna kav uşamaz. Salât vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez. (Gaznevî) 
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğulu salevâttır. 
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd) 
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ, kabûle lâyıktır. (Duânın başında ve sonunda olmak üzere) iki salât ile yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî) 
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında şefâat değildir. Zîrâ bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede. Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene, mükâfâtta bulunmayı ve mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ e tmemizi emretmiştir. O hâlde, üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir şeyle mükâfattan aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip emr etti. (İbn-i Abdüsselâm) 
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın fazîleti hakkındaki hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır. (Nişâncızâde) 

Salât u Selâm:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56) 
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o kitabda bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü teâlâya onun günâhını bağışlaması için yalvarırlar) . (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât) 
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir. İbâdetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salât u selâm okumayan, müslüman kardeş ine rastlayıp selâm vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn) 

SALÎB:
Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç) 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler, salîbe germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Nisâ sûresi: 156-158) 
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara çizilmiş veya beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak mekrûhtur. Canlı şeklinde olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir. Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara benzemek niyeti olmasa dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn) 

SÂLİH:
İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: 
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamâna kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. (Münafikûn sûresi: 10) 
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb vet-Terhîb) 
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil, cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî) 
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî seâdetin anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî) 
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. ( Hâris el-Muhâsibî) 
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî) 
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib) 

Sâlih Amel:
Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih) 
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu şımartması ve işlediği günahların azâbı ndan emin olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî) 

SÂLİH ALEYHİSSELÂM:
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61) 
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) yalanladılar. Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm onlara dedi ki: "Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak) koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emin bir peygamberim. Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ sûresi: 141-145) 
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik. Onlar küfür ve günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53) 
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan sonra, felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte Şam ile Hicâz arasındaki Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un torunları tekrar Âd kavminin he lâk edildiği yerlere gittiler. Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal verdi. Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar. Her türlü nîmetler içinde bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür ve azgınlık içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan sakındırdı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etti. Nûh aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda kimse tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı, büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine rağmen Sâlih aleyhisselâm yılmadan, t atlı bir dille kavmini îmâna dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli azâbla korkuttu. Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu. 
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye başladılar. Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize göster dediler. Mûcize gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler. Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler. Deve olmasını istedikleri kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu mûcize üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten Semûdlular bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi öldürdü ler. Sâlih aleyhisselâma karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir dediler. Bir takım acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp birbirine haber verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip, kendisine inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın geleceğini bildirdi. 
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk ettiler. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk et mesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular. 
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti. Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i muazzama yanında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde) 

SÂLİK:
Tasavvuf yolcusu. 
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep şerîate, İslâmiyete uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak) şerîatin emirlerinden biridir. İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı Rabbânî) 
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâlikler in kalbleri tasfiye bulmadan (temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân) 

Sâlik-i Meczûb:
Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik. 
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar yâhut murâd olurlar. Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım olan her edebi, pir yardımı ile veya a rada pir olmadan, bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar. Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsânı, onun her zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak, işini görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nîmetlerine kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Taş kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, sâlik-i meczûb da, büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî) 

SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM:
Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir. (Bkz. Salât) 
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem derse) Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniye) 

SALSÂL:
Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden yarattık (Hicr sûresi: 26) 
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce M uhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. (Altıparmak Muhammed Efendi) 
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki uygunluğa, âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi?" dediler. (Muhammed Hirevî) 

SALVELE:
Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ. 
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele (hamd) ve salvele ile başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan duâ geri çevrilmez. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde) 

SÂM:
Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü. 
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh aleyhisselâm o zaman elli yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yâni Ken'an bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu. Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç oğlundan türedi. Nûh aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi. Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering boğazından Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde, Kisâî) 
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı bâide denir. Âd, Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır. Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın soyundandır. Keldânîler, Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî, Nişâncızâde) 

SAMED (Es-Samed):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1, 2) 

SAN'AT:
Ustalıkla, hünerle yapılan iş. 
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at, terziliktir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) 
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî) 
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed Rebhâmî) 
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak ibâdet etmek olur. Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî) 
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin Emrullah) 
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı muayyen (belirli) kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm Arvâsî) 

SANÂYİ' ŞİRKETİ:
İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl. 
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı siparişi, her ortak yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak, sözleşmedeki oranda ortaktır. (Ali Haydar Efendi) 

SANEM:
Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put) 
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır.) (Tahtâvî) 

SAPIK:
Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse. 
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de insanları saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât) 
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya sapıklık olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted (dinden çıkan) olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî) 
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vîl ederek (yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrıldığı için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mân âsı açık olan nasslara inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak, Cennet'e sokulacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) 
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının) yolunda gidenler Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlim lerinin, Kitâbdan (Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü her bid'at sâhibi, yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî) 

SARF SATIŞI:
Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır. 
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri yâni eline veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi) 

SARF VE NAHV İLMİ:
Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim. 

SARIK:
Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal. (Bkz. İmâme) 
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bâzan siyâh sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı) 

SARÎH:
Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz). 
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh bir lafzı (sözü) şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında değil ise, mektup veya vekîli ile bildirince, bir talâk (boşama) olur. (İbn-i Âbidîn) 
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî) 
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde, karşısındakini suâl sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır. (Taşköprüzâde) 

SAVM:
Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç) 

SAVMEA:
Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise) 

SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir. 
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf ve sa'y eder, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i Âbidîn) 
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. ( M. Zihnî Efendi) 
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar tepeye çıkılır. (M. Zihnî Efendi) 
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra tamamlanır. (İbn-i Âbidîn) 
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek. 
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed Fârûkî) 

SAYD:
Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan. 
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: 
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz müddet içerisinde size haram edildi. (Mâide sûresi: 96) 

SAYHA:
Şiddetli ses; korkunç gürültü. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. (Hûd sûresi: 94) 

ŞA'BÂN AYI:
Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi. 
Her kim Şa'bân-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda ona bir yer hazırlar. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne) 
Şa'bân-ı şerîf, bana mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri, Arş-ı a'lânın meleklerine, azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim! Gördünüz mü, benim kullarım, Habîbimin (sevgilimin) ayına nasıl tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim ve celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nâil eyledim." (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn) 

ŞÂFİÎ:
1. İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî) 
2. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse. 

Şâfiî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin mezhebi, yolu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî) 
Hanefî mezhebinden sonra en çok mensûbu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayatta iken Mekke, Medîne ve Filistin'de yaşayan müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun doğu ve güneydoğu bölgelerinde daha yaygındır. (İslam Târihi Ansiklopedisi) 
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde ise cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî) 
Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır. (İmâm-ı Şârânî) 
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi velîler, herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Bunlardan Bâyezîd-i Bistâmî, Şâfiî mezhebinde idi. (Abdülhak Dehlevî) 

ŞÂHİD:
Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren. (Bkz. Şehâdet) 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Ey îmân edenler! Dâimâ adâletle hareket ediniz. Adâleti yerine getirmeğe çalışınız. Allah için şâhidler olunuz. (Nisâ sûresi: 135) 
Yalancı şâhid, daha şehâdet ettiği yerden ayağını kaldırmadan kendisine göklerde ve yerde bulunan melekler lânet ederler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir) 
Şâhidin âdil olması, yâni büyük günâh işlememesi ve küçük günâha devâm etmemesi lâzımdır. (Sadrüşşerîa) 

ŞÂHİK-UL-CEBEL:
Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler. 
Şâhik-ul-cebel olanların peygamberliğe ve peygamberlerin gönderilmiş olmasına inanmaları mümkün değildir. Bunlara peygamber gelmemiş gibidir. Bunlar mâzur görüldü. Peygambere inanmaları emr olunmadı. Şâhik-ul-cebel olanlar için Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin on beşinci âyetinde; "Peygamber göndermeden önce azâb yapmayacağız" buyruldu. Bunlar hayvanlar gibi hesâbdan sonra ölecekler, Cehennem azâbı ve Cennet nîmeti görmeden ebedî olarak yok edileceklerdir. Kâfirlerin bâliğ olmayan (ergenlik çağın a ulaşmamış) çocukları için de durum böyledir. (İmâm-ı Rabbânî) 

ŞAKÎ:
Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Şakî olanlara gelince: Onlar Cehennem ateşindedirler ki, orada onların (çok acı) bir nefes alıp vermeleri vardır. (Hûd sûresi: 106) 
Evliyânın sevmesi, seâdetin sermâyesidir. Zîrâ onlar dâimâ Allahü teâlâ iledirler. Onlarla berâber bulunanlar, şakî olmazlar. (Abdülhakîm-i Arvâsî) 
Allahü teâlânın indinde saîdlerden mi yoksa şakîlerden miyim? diye düşünmek, böylece ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır. (Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî) 

ŞAKÎK:
Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir. 
Şakikler ve Benü'l-allât yâni yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamazlar yâni ölüden kalan maldan alamazlar. (Muhammed Mevkûfâtî) 

ŞAKK-I KAMER:
Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi. 
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, Şakk-ı kamer mûcizesidir. Bu mûcize başka hiçbir peygambere nasîb olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; "Peyga mber isen ayı ikiye ayır" dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmesini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihr yaptı dediler. Îmân etmediler. (Nişâncızâde) 
Apollo-10, ayın her tarafını fotoğraflarla tesbit ettikten sonra, Apollo-11 ile gelecek olan ay fâtihlerinin iniş yerlerini belirledi. Apollo-11'in çektiği fotoğraflarda, ayın etrâfını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu görüldü. Fransız gazeteleri bunu; "Bu kanal, Şakk-ı kameri işâret etmiş olamaz mı? şeklinde, resim altı haber olarak verdiler. Papalığın îkâzı üzerine, bu haberden bir daha söz edilmemiştir. (M. Sıddîk Gümüş) 

ŞAKK-I SADR:
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi. 
Şakk-ı sadr hâdisesi iki defâ vukû bulmuştur. Birincisi, Peygamber efendimiz küçük yaşta ve süt annesi Halîme Hâtun'un yanında iken, ikincisi Mîrâca çıkarken. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "(Habîbim) göğsünü (kalbini) senin için (açıp da) genişletmedik mi?" buyruldu. (İnşirâh sûresi: 1) Muhammed aleyhisselâm, süt annesinin yanında bulunduğu sırada çocuklarla birlikte iken, Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu arkası üstü yatırdı. Göğsünü açıp kalbini yardı. Kalbinden bir parça et çıkarıp attı ve; "Senin v ücûdunda şeytânın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi), seni vesveseden ve şeytânın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra bir leğen içerisinde zemzem suyu ile kalbini yıkadı ve göğsünü kapatıp ayağa kaldırdı. Bu hâli gören çocuklar koşup durumu Halîme Hâtun'a haber verdiler. Yanına geldiklerinde ayağa kalkmış ve benzi sararmış vaziyette idi. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.anh) "Ben Resûlullah'ın göğsünde bu yarılmanın izini gördüm" demiştir. İkinci Şakk-ı Sadr ise, Mîrâc gecesi vukû bulmuştur. Bu gece, Cebrâil aleyhisselâm gelip Resûlullah'ın mübârek göğsünü yardı.Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir leğen getirdi. Resûlullah'ın mübârek kalbine boşalttı ve göğsünü kapattı. Peyga mber efendimiz hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Cebrâil gelip göğsümü yardı. Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir tas getirip göğsümü boşalttı, sonra kapattı." Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir . Yine bu iki kitabda Enes bin Mâlik'ten şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İşte şuradan şurama kadar yâni boğazın altındaki çukurdan göğüste kıl biten yere kadar yardı. Kalbimi çıkardı, içi îmân dolu altın bir tas getirdi. Kalbimi yıkadı sonra da iç organlarımı yıkadı. Sonra kapattı." (Senâullah-ı Pânî Pûtî, Abdülhâk-ı Dehlevî) 

ŞÂMÂNÎLER:
İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları. 
Şâmânîler, güneşte bulunuyor dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere tapınır. En büyüğüne şeytan derler. Bugün Sibirya'daki ve Okyanus adalarındaki vahşîler arasında yaygındır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi) 

ŞÂN:
1. Hâl, durum. 
Eshâbımın ismini işitince, susunuz. Şânlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika) 
Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazâya rızâ, evliyânın şânındandır. (Fakîrullah) 
Haramlardan sakınmak; akıllıların şânı, şereflilerin tabîatındandır. (Hazret-i Ali) 
2. İzzet, îtibâr, şeref. 
Gaddârlık (Zulüm, vefâsızlık), herkes için kötü bir şeydir. Şân, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir. (Muhammed el-Âmidî) 

ŞÂRÎ':
Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) g erektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımından Peygamber efendimize de Şâri' denilir. 
Allahü teâlâ Şâri-i Mübîndir. Dinleri gönderen ve değiştiren O'dur. İnsanların din ismi altında uydurduğu eğri yollara din denmez. Dinlere âit kânunları da koyan Allahü teâlâdır. Dinleri yayanlar ise, peygamberlerdir. (Abdülhakîm-i Arvâsî) 

ŞART:
Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey. 
Şâhitlerin bulunması; nikâhın sıhhati, mûteber olması için şarttır. Şâhid bulunmadıkça, nikâh meydana gelmez. Fakat şâhidlerin bulunması, nikâhın bulunmasını icâbettirmez. Şâhidler bulunduğu hâlde, nikâh yapılmayabilir. Yine namazın sahîh olması için , abdest şarttır. Fakat abdest, namazın vâcib olmasını, mutlaka kılınmasını îcâbettirmez. (Serahsî) 

ŞAVT:
Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş. 
Şavt sona erip Hacer-ül esved taşına gelince şu duâ okunur: Allah'ım! Rahmetinle beni mağfiret eyle. Borçtan, yoksulluktan, sıkıntıdan ve kabir azâbından bu taşın Rabbine sığınırım. (İmâm-ı Gazâlî) 
Tavâf yedi şavttan ibârettir. Sa'y dahi yedi şavttır. Safâ'dan Merve'ye her gidiş bir şavt olduğu gibi, Merve'den Safâ'ya her geliş dahi bir şavttır. Böylece dört gidiş ve üç geliş olur. (M. Zihni Efendi) 

ŞA'YÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yayıp, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirdi. 
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra hak yoldan ayrılıp, bozuk yollara sapan İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberlere ya kısa dönemler hâlinde tâbi oldular veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Şa'yâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ et mek üzere peygamber olarak gönderildi. Şa'yâ aleyhisselâmın peygamberliği Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ aleyhimüsselâmdan önce idi. Şa'yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirip nasîhat etti. Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bi ldirdi. Şa'yâ aleyhisselâm zamânında, İsrâiloğullarının başında Sudika adlı bir melik vardı. Melik Sudika'nın vefâtından sonra saltanat kavgaları yüzünden birbirine giren İsrâiloğullarına, Şa'yâ aleyhisselâm nasîhatte bulundu. Fakat onu dinleyen olmadı. İsrâiloğulları iyice düşman oldular. Nihâyet Şa'yâ aleyhisselâmı şehîd ettiler. Böylece Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük felâkete düştüler. Daha sonraki yıllarda Bâbil hükümdârı Buhtunnasar tarafından yurtları istilâ edildi. (Taberî-İbnü'l-Esîr-Sa'lebî) 

ŞÂZİLİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasen Şâzilî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. 
Ebü'l-Hasen-i Şâzilî 1196 (H. 592)'de Tunus'ta Şâzile kasabasında doğdu. Silsilesi, bağlı olduğu tasavvuf kolu Sırrî-i Sekatî'den gelmekte ve bu yoldan Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine bağlanmaktadır. İskenderiyye'de Şâziliyye yolunu kurdu. Şâziliyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Hasen-i Şâzilî hazretleri; "Her istediğim zaman Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem baş gözümle göremezsem kendimi onun ümmeti saymam" buyurdu. (Hüseyn Vassâf) 
Zikr-i cehrî (açıktan zikr) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'danMa'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek ko llara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye ile Şâziliyye, Sâdiyye ve Rıfâiyye meydana geldi. (Abdullah-ı Dehlevî) 
Şâziliyye yolunun esâsı beş şeydir: Birincisi; gizli ve âşikâr her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. İkincisi; her hâl ve işinde ve ibâdetindePeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbı'nın (Peygamberimizin arkadaşlarının ) gösterdiği doğru yola uyup, bid'atlerden, sapıklıklardan sakınmak. Üçüncüsü; bollukta ve darlıkta insanlardan bir şey beklememek. Dördüncüsü; aza ve çoğa râzı olmak. Beşincisi; sevinçli ve kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak. (Seyyid Ahmed-i Zerrûk) 

ŞEÂ'İRULLAH:
Görülünce, Allahü teâlâyı hatırlatan şeyler. 
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Bir kimse, Şeâ'irullahı ta'zim ederse, bu iş kalblerin takvâsındandır. (Hac sûresi: 32) 
Safâ ve Merve, Allahü teâlânın, Şeâ'irindendir. (Bekara sûresi: 158) 
Şeâ'irullah yalnız Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka şeâ'ir de vardır. Allahü teâlânın şeâ'irinin en büyükleri dörttür: Kur'ân-ı kerîm, Ka'be-i muazzama, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) ve namaz. (Senâullah Dehlevî) 
Şeâ'irullahı sevmek demek, Kur'ân-ı kerîmi ve Peygamberi sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ve Ka'be'yi sevmek demektir. Hattâ Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de böyledir. (Şah Veliyullah-ı Dehlevî) 

ŞEBEKE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdet denilen yerin dış duvarı etrâfında yerden Mescid-i Nebî'nin tavanına kadar yükselen demir parmaklık. 
Şebeke-i seâdetin kıble tarafına muvâcehe-i seâdet, doğu tarafına kadem-i seâdet, batı tarafına Ravda-i mütahhera ve kuzey tarafına da Hucre-i Fâtımâ denir. ( Eyyûb Sabri Paşa) 

ŞECÂ'AT:
Yiğitlik, bahadırlık, cesâret, kahramanlık. 
Şecâ'atin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, O'na tevekkül etmek, O'na güvenmektir. Şecâat sâhibi olan, dertlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabr eder. (Muhammed Hâdimî) 
Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilm (yumuşaklık) gadab ânında, şecâ'at harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyâç ânında. (Lokman Hakîm) 

ŞECERE-İ PÂK-İ MUHAMMEDÎ:
Muhammed aleyhisselâmın mübârek, temiz soy kütüğü, soy ağacı. 
Allahü teâlâ Şecere-i Pâk-i Muhammedî ile ilgili olarak meâlen buyurdu ki: 
Sen, yâni senin nûrun hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır. (Şuarâ sûresi: 219) (Senâullah Dehlevî) 
Şecere-i pâk-i Muhammedî'nin ilk ferdi Âdem aleyhisselâmdır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem nûru, babadan oğula geçerek mü'min olan Târûh'a, (İbrâhim aleyhisselâmın babası) ondan da İbrâhim aleyhisselâma, sonra oğlu İsmâil aleyhiss elâma geçti. Ondan da evlâdlarından Adnan'a intikâl etti. Şecere-i pâk-i Muhammedî'de bulunan ve babası Abdullah'a kadar olan dedeleri şunlardır: Adnan, Mead, Nizâr, Mudar, İlyas, Müdrike, Huzeyme, Kinâne, Nadr, Mâlik, Fihr, Gâlib, Lüveyy, Ka'b, Mürr e, Kilâb, Kuseyy, Abd-i Menâf (Mugîre), Hâşim (Amr), Abdülmuttalîb (Şeybe), Abdullah bin Abdülmuttalîb. (Altıparmak Muhammed Efendi) 

ŞECERE-İ RIDVÂN:
628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç. 
Hudeybiye andlaşması imzâlanmadan önce Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem anlaşma şartlarını görüşmek ve konuşmak üzere hazret-i Osman'ı Mekkeli müşrikler tarafına gönderdi. Müşrikler, hazret-i Osman'ın anlaşmayla ilgili tekliflerini kab ûl etmedikleri gibi, onu alıkoydular. Bu haber, Eshâb-ı kirâma Osman şehîd edildi diye ulaştı. Durumu işiten Peygamber efendimiz de, çok üzüldü ve buyurdu ki: "Bu haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" Sonra orada bulunan Semûre ağacının altına oturup; "Allahü teâlâ bana bîat etmenizi emr etti" buyurarak Eshâbını bîate dâvet etti. Eshâb-ı kirâm da, Peygamber efendimizin eli üzerine ellerini koyarak; "Allahü teâlâ sana zafer ihsân edinceye kadar önünde çarpışa çarpışa fethi gerçekleştirmek veya bu uğurda şehîd olmak üzere bîat ettik" diye söz verdiler. Peygamber efendimiz Şecere-i rıdvân adı da verilen Semûre ağacının altındaki bîattan çok memnun oldu. (Abdülhak-ı Dehlevî, Senâullah Pâni Pütî) 

ŞECERE-İ TAYYİBE:
Temiz ağaç. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan İslâmiyet'e verilen ad. 
Zâhir (beden) her zaman İslâmiyet'in emirlerini yapmaya mecbûrdur. Bâtın (kalb) da hakîkatin işleriyle meşgûl olur. Bu dünyâda amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin bâtına çok faydaları vardır. Yâni bâtının (kalb ve rûhun) ilerlemesi, zâhirin İslâmiyet 'e uymasına bağlıdır. Zâhirin (bedenin) işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de İslâmiyet'in meyvelerini, faydalarını toplamaktır. İslâmiyet, bütün kemâlâtın (olgunlukların) kaynağı, bütün üstünlüklerin ve iyiliklerin temelidir. İslâmiyet'in fayda ve meyve vermesi sâdece bu dünyâya mahsûs değildir. Âhiretin kemâlâtı (olgunlukları, üstünlükleri) ve sonsuz nîmetleri de İslâmiyet'e uymanın netîceleri ve meyveleridir. Görülüyor ki, İslâmiyet öyle bir Şecere-i tayyibedir ki, onun meyveleri ile bütün âlem dünyâda da, âhirette de faydalanmaktadır. Bütün faydalar ondan çıkmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) 

ŞEFÂ'AT:
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları. 
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: 
O gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. (Tâhâ sûresi: 109) 
Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel) 
Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm) 
Kıyâmet günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat edecektir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ) 
Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) 
Küçük çocuklar, anasına ve babasına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar bile, anasına ve babasına şefâat ederler. (İmâm-ı Birgivî) 
Mahşerde (kıyâmette bütün insanların toplanıp, hesâba çekileceği yerde), şefâat beş türlüdür: Birincisi; kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan ve çok uzun beklemekten usanan günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın bir an önce yapılmasını isteyecekler dir. Bunun için şefâat olunacaktır. İkincisi; suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için şefâat edilecektir. Üçüncüsü; günâhı olan mü'minlerin, Sırat'tan Cehennem'e düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâat olunacaktır. Dördüncüsü; gü nâhı çok olan mü'minleri Cehennem'den çıkarmak için şefâat olunacaktır. Beşincisi; Cennet'te sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennet'tekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâat olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) 
Peygamberlerin sonuncusu, Resûlullah efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdu r. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır... (İmâm-ı Rabbânî) 

Şefâ'at-ı Kübrâ:
Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başının çâresini aramakla meşgûl olur. O gün yalnız Resûlullah efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!" der ve ümmetini ister. 

ŞEFÎ':
Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan. (Bkz. Şefâat) 

Şefî-i Rûz-i Cezâ:
"Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Şefâat) 
Şefî-i rûz-i cezâ Resûlullah efendimizin çeşit çeşit şefâat edeceği bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde; "Kıyâmet günü mezardan önce kalkan ben olacağım ve önce şefâat eden ben olacağım" ve; "Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz" buyruldu. Peygamberimiz en büyük şefâatçıdır; bütün inananlara şefâat edecektir. Günâhı olmıyanlara da, Cennet'te derecelerinin artması için şefâat edecektir. (İmâm-ı Rabbânî) 

ŞEFKAT:
Acımak, merhamet etmek. 
Büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat etmeyen bizden değildir. (Hadîs-i şerîf-Mişkât) 
Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek, yarattıklarına şefkat lâzımdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî) 
Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (aşağı, hor) görme, kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine (evliyâya) dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun. (Abdülhâlık-ı Goncdüvânî) 

ŞEHÂDET:
1. Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Onlar yalan yere şehâdet etmezler. (Furkân sûresi: 72) 
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "En büyük günâhları size haber vereyim mi?" "Evet, yâ Resûlallah" dedik. "Allahü teâlâya şirk koşmak, anaya-babaya âsî olmaktır" buyurdu. Sonra doğrulup oturdu ve: "Dikkat ediniz! Yalan sözden ve yalan yere şehâdetten sakınınız" buyurdu ve bu sözü tekrâr eyledi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim) 
Şehâdet, zan ve şek (şüphe) ifâde eden sözlerle olmaz. Bir hâdise hakkında "zannıma" veya "bildiğime göre şöyledir" şeklindeki haberler şehâdet sayılmaz. (İbn-i Âbidîn) 
Namaz kılmayanın şehâdeti kabûl olmaz. Çünkü, fâsıktır, açıkça günah işlemektedir. (İbn-i Âbidîn) 
2. Şehîdlik, şehîd olmak. (Bkz. Şehîd) 
Cemel ve Sıffîn vak'alarını hazırlayan karışıklıkların ortaya çıkması, hazret-i Osman'ın şehâdeti ile başlamıştır. (İmâm-ı Rabbânî) 

Şehâdet Kelimesi:
Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. (Bkz. Kelime-i Şehâdet) 
Şehâdet kelimesini okumanın yüz otuz kadar fâidesi vardır. Bunlardan birisi de sırat köprüsünü yıldırım gibi geçmektir. (Kutbüddîn İznikî) 

ŞEHÂMET:
İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik. 
Şecâatten yâni yiğitlik, kahramanlıktan hâsıl olan iyi huylardan biri de şehâmettir. (Ali bin Emrullah) 

ŞEHÎD (Eş-Şehîd):
1. Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: 
Allah yolunda şehîd olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Kendilerine her zaman rızk verilir. Onlarda azâb olunmak korkusu yoktur. Nîmetlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 170)
Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-i Mevlâ'da haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürre-tül-Fâhire) 
Cennet'te ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: "Ben Allahü teâlâ yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defâ daha şehîd olmayı arzû ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığı m için ağlıyorum." (Ka'b-ül Ahbâr) 
Şehîdin, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ kıyâmette helâllaştıracaktır. Cihâdda ve hac yolunda ve sınır boylarında nöbette ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerin sevâbı devamlı verilir. Bedenleri çürümez. Her biri kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder (İbn-i Âbidîn, Seyfeddîn Fârûkî) 
Bütün müslümanlar, kalben ve severek şehidliği arzu etmeye memurdur. Şehîd olmayı istememek münâfıklıktır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî) 
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) açık ve gizli şeylerini bilen, kıyâmet gününde leh ve aleyhlerinde olan amellere şâhidlik eden. 
Evden kaçan çocuk üzerine eş-Şehîd ism-i şerîfi söylenirse, hâli düzelir, hak yola döner. 
Ana-baba, isyankâr evlâdının alnından tutar ve Allahü teâlânın eş-Şehîd ism-i şerîfini okursa, o çocuk Allahü teâlânın izniyle itâatkâr olur. (Yûsuf Nebhânî) 

Şehîd-i Âhiret:
Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi. 
Şehîd-i âhiret, dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, duvar, enkaz altında kalarak ölenler, ishalden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sar'a hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bil gilerini öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler, Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, dîne uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar, ölünce şehîd-i âhiret olurlar. (İbn-i Âbidîn) 
Şehîd-i âhiret olan kimselerin cesedi dağılmaz ve çürümez. Cesedlerin çürümesinde iki âmil vardır. Birincisi, toprağın kendisiyle olan cisimleri temasla kendisine benzetmesi, toprağa çevirmesi. İkincisi, vücudda meydana gelen mikropların cesedi yiyer ek yok etmesi. Şehîd-i âhiret olan kimsenin vücûduna, cesedine toprak nüfûz edip, çürütemediği gibi, cesedin yok olmasına sebeb olan mikroplar da cesede musallat olup yiyemezler. Bu sûretle ceset de aslî hâlini muhâfaza eder. Peygamberler kabirlerinde diridirler. Hayatlarında olduğu gibi, bedenleri her türlü değişiklikten korunmuştur. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî) 

Şehîd-i Dünyâ:
Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi. 
Şehîd-i dünyâya da şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat âhirette hakîkî şehîdlere va'd edilen mükâfatlara kavuşamazlar. Çünkü niyetleri bozuktur. (İbn-i Âbidîn) 

Şehîd-i Tâm:
Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam şehîd. 
Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir müslüman, zulüm ile haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanları ile Allah için cihâd ederken düşman tarafından; sulh zamânında âsîler, yol kesiciler, şehir eşkıyâ ları, gece hırsız tarafından herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse, bunlar şehîd-i tâm olurlar. (İbn-i Âbidîn) 
Şehîd-i tâm dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup çamaşırı ile defnedilir. Cenâze namazı Hanefî'de kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn) 

ŞEHR (Şehir):
Cemâati, en büyük câmiye sığmayan yer veyâ İslâmiyet'in emrini yapabilecek güçte müslüman vâli ve hâkimi bulunan yer. 
Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır . (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık) 
Cumâ namazının birinci şartı, namazı şehirde kılmaktır. Bugün hükûmetin tasdik ve kabûl ettiği muhtârı bulunan köyler, büyük şehirlerde bulunan nâhiyelerin herbiri, Cumâ namazı için ayrı birer şehir sayılmaktadır. (İbn-i Âbidîn) 
Kâfirlerin eline geçen İslâm şehirlerinde, vâli ve hâkimler İsâmiyet'e uygun iş işliyorlarsa, bu şehirler, Dâr-ül-harb olmaz; Dâr-ül-İslâm sayılır. Böyle şehirlerde, müslümanların seçtiği vâli, hâkim veya bunların veya cemâatin seçeceği imâm, Cumâ n amazını kıldırır. (İbn-i Âbidîn) 

ŞEHVET:
Nefsin arzu ve istekleri. 
Cehennem şehvet perdesiyle kuşatılmıştır. Oraya şehvetler yapılmakla girilir. Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle kuşatılmıştır; buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) 
Şehvet üç çeşittir: Yeme arzusu, konuşma arzusu, bakma ve görme arzusu. Yemek yeme hâlini, yüce Allah'a îtimâd ve tevekkül ile, dilini doğru söz söylemekle ve gözünü ibretle bakmak sûretiyle muhâfaza et. (Hâtem-i Esam) 
Şehvet, şeytanın yularıdır. Bu yuları şeytana kaptıran ona kul olur. (Ebû Bekr Kettânî) 
İslâmiyet, şehvetin ve gadabın, kızmanın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî) 
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî) 

ŞEK:
Şüphe, zan. 
Îtikâdda şek, yakîni bozar, îmânı yok eder. (İsmâil Hakkı Bursevî) 
Cümle âlem bir yere gelse ve bir müslümana Rabbini inkâr et deseler, o kimse inkâr etmez ve kalbine aslâ şek getirmezse işte onun îmânı, îmân-ı hakîkîdir. (Kutbüddîn-i İznikî) 

ŞEKÂVET:
Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı. 
Şekâvetin alâmeti dörttür: Geçmiş günâhları unutmak; hâlbuki onlar Allahü teâlânın yanında muhâfaza edilmektedir. Geçmiş iyilikleri zikretmek (söylemek) ; hâlbuki kabûl edilip edilmediğini bilmiyor. Dünyâda kendinden üstüne bakmak. Dinde kendinden aşağısına bakmak. Hâlbuki Allahü teâlâ "Ben onu istedim, o ise beni terk etti. Ben de terk ederim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Münebbihât) 
Seâdet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat (Allahü teâlânın beğendiği şeyler) ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma'siyet, yâni günâhlardır. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî) 

ŞEKÛR (Eş-Şekûr):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan ibâdete, sayısız mükâfât veren. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Îmân ehli, Adn adlı Cennetlere girerler. Orada altın bilezikler ve inci ile süslenecekler. Elbiseleri de ipektir. Ehl-i Cennet, bu nîmetleri görünce derler ki: "Geçim ve âkıbet derdini bizden gideren Allah'a hamd olsun. Gerçekten Rabbimiz Gafûr'dur, Şekûr'dur." (Fâtır sûresi: 33,34) 
"Lâ ilâhe illallah" diyenler için, mezârlarında vahşet (yalnızlık) , mahşer meydanında dehşet (korku) yoktur. Sûr'un üflenmesi ânında başlarından toprakları nasıl silkerek kalktıklarını sanki görür gibiyim. Hüznü bizden gideren Allah'a hamdederiz. Muhakkak ki bizim Rabbimiz gafûr (pekçok mağfiret edici, bağışlayıcı) ve şekûrdur. (Hadîs-i şerîf, Taberânî) 
Eş-Şekûr ism-i şerîfini söyleyenin vücûduna âfiyet gelir, sıhhat ve selâmete kavuşur. Geçimi bollaşır. (Yûsuf Nebhânî) 
2. Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'nun rızâsını kazanmak için çok gayret gösteren. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Şüphesiz ki bunda (Sebe' halkının hikâyesinde; günahları, nefislerinin arzû ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabreden (bütün hâllerde ve vakitlerde Allahü teâlânın lutf ettiği nîmetlere) , şekûr olan herkes için, elbette ibretler vardır. (Sebe' sûresi: 19) 
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Eshâb-ı kirâm, "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ senin gelmiş geçmiş bütün günâhlarını affetmiştir" dediklerinde; "Şekûr bir kul olmayayım mı?" buyurdu. (Müslim) 

ŞEMÂİL-İ ŞERÎFE:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek ahlâk ve âdetleri. 
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin şemâil-i şerîfelerini Eshâb-ı kirâmdan Ebû Saîd-i Hudrî şöyle anlatmıştır: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının s öküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan satın aldığı şeyleri torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi; az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabîatli değildi. Heybetli id i. Yâni saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğikti. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen O'nun gibi olmalıdır." (İmâm-ı Gazâlî) 

ŞEMÂTET:
Başkasına gelen belâya, zarâra sevinmek. 
Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz. Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır, size verir. (Hadîs-i şerif-Berîka) 
Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek şemâtet olmaz. (Muhammed Hâdimî) 
Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek şemâtet olur. Hele belâların gelmesine kendisinin sebeb olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. (Mekhûl eş-Şâmî) 

ŞEMS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi. 
Şems sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On beş âyet-i kerîmedir. Birinci âyette geçen ve güneş mânâsına gelen şems kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın insan nefsine iyilik ve kötülük işleme kâbiliyeti verdiği, bu yüzden de kötülükl erden arınan nefsin kurtuluşa ereceği, kötülüklerle kirlenen nefsin ise, zarâra, ziyâna uğrayacağı ve Sâlih aleyhisselâmın kıssası bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî) 
Allahü teâlâ Şems sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan ziyân etti. (Âyet: 9) 
Kim Şems sûresini okursa, güneşin ve ayın üzerine doğduğu her şeyi sadaka vermiş gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri) 

ŞEMSÎ SENE:
Güneş senesi. Yer küresinin güneş etrâfında bir devir yaptığı (bir kere döndüğü) sene. 365.242 vasatî güneş günü. 
Başlangıç zamânına göre Mîlâdî ve Hicrî olmak üzere, iki türlü sene kullanılmaktadır. Mîlâdî sene, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen zamandan başlar ise de, Fransa kralı dokuzuncu Şarl, 1563 senesinde, yılbaşının Ocak'tan başlamasını emretmişt ir. Hicrî sene, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin Medîne'ye hicret ettiği seneden başlamaktadır. Hicrî şemsî senenin başlangıcı ise Resûlullah efendimizin Medîne'ye girdiği Eylül ayının yirminci Pazartesi günüdür. (M. Sıddîk Gümüş) 
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Müslümanların şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının yirminci gecesidir. (M. Sıddîk Gümüş) 

ŞEM'ÛN ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden. İsminin Şemsûn olduğu da bildirilmiştir. 
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Geçmiş zamanda Şem'ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik" dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; "Size verilen Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır (bu gecenin sevâbı bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur) " buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Zeyn-ül-Mecâlis) 
Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem'ûn aleyhisselâm, İncîl ehlindendi. Îsâ aleyhisselâma indirilen henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi.Kavmi ise putlara tapardı. Şem'ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir kimse olan Şem'ûn aleyhisselâm, tek başına yaptığı gazâlarda çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için bir taştan g âyet lezzetli bir su akıtırdı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti. Düşmanları onu çeşitli hîlelerle şehîd etmek için çalıştılarsa da başarılı olamadılar. (Sa'lebî, Mirhaund) 

ŞER:
Dînin ve aklın zararlı gördüğü şey. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki; Zerre kadar hayır (iyilik) yapan onun mükâfâtını; Zerre kadar şer yapan da onun karşılığını, cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7,8) 
Kalbe iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı tasdîk eder. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu, Allahü teâlâdandır ve Allahü teâlâya hamd etsin. Diğeri şeytandandır; o da vesvese verir. Ve şerri teşvik eder, hakkı tekzîb (inkâr) eder ve hayırdan men eder. Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn) 
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılarının hepsi açılır. Kapalı hiçbir kapı kalmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: Ey hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş. Allahü teâlâ bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb) 
İnanılması lâzım olan altı şeyden (âmentüden) altıncısı; "Kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi Allahü teâlâdandır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) 
Kalbe gelen hâtıra (düşünce), nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. (Hâdimî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler. 
(İbrâhim Hakkı) Şerri öğrendim kötü olmak için değil, Şerri bilmeyen içine düşer iyi bil. 
(İmâm-ı Şâfiî) 

ŞERÂB (Şarâb):
Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Ey îmân edenler! Şarab, kumar, ibâdet için dikilen putlar, câhiliyye devrinde kullanılan fal okları, hep şeytânın işlerinden birer pisliktir. Onun için, bunlardan sakınınız ki kurtulasınız. Muhakkak ki şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahü teâlâyı hatırlamaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca siz bunlardan sakınmaz mısınız? (Mâide sûresi: 90,91) 
Şarab içmek büyük günahların en büyüğü ve bütün fenâlıkların ve günahların anasıdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn) 
Bütün fenâlıklar (kötülükler), bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zinâ, anahtarı şarâbdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn) 
Sarhoşluk veren her içki şarabdır ve hepsi haramdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn) 
Şarab içen ile arkadaşlık etmeyiniz. Cenâzesine gitmeyiniz. Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şarab içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes bunun pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn) 
Şarabda, devâ, ilâc hâssası (özelliği) yoktur. Hastalık yapar. (Hadîs-i şerîf-Seâdet-i Ebediyye) 
Şerab içmenin çeşitli hastalıklara yol açtığı meydandadır. Aklı azaltmakta ve karaciğeri bozmakta, beyin ile sinirleri harâb etmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd) 

ŞEREF:
Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr. 
İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka) 
Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı eder. (Hazret-i Ömer) 
İnsanın şerefi ilim ve edeb iledir, mal ve neseb ile değildir. (Hazret-i Ali) 
Şerefli bir insan olabilmek için; edeb sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle sohbet etmek ve fâsıklardan (açıkça günah işleyenlerden) uzak durmak lâzımdır. (Ebü'l Hayr el-Akta) Kaybetti peygamberin âilesi olma şerefini, Kötülerle arkadaşlık ettiği için hazret-i Lût'un eşi, Eshâb-ı Kehf'in köpeği onlarla olunca berâber, Kavuştu haşr olma şerefine mü'minlerle berâber. 
(Sa'dî Şîrâzî) 

ŞEREH:
İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük. 
Şereh sâhibi, helâl ve haram gözetmeksizin her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zarârına da olsa beğendiği şeyleri toplar. (M. Hâdimî) 

ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek. 
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir. Ön ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur. (Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh olmaz). Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur. Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyiniz" buyurdu. Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere yaptırmak, yaptırana haram olur. Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren, zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş olur). Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur. Yüksekte iseler mekruh olmaz. Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen) mekruhtur. Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki alâmettir (delîldir). (M. Sıddîk bin Saîd) 

Şerh-i Sadr:
1. Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi. (Bkz. Şakk-ı Sadr) 
Yeşil elbiseli iki kimse gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik diğerinde zümrütten bir leğen vardı. Beni alıp bir dağ başına götürdüler. Biri sırtım üzerine yatırdı. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup ne varsa çıkardılar. O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular. Biri diğerine; "Kalk ben de hizmetimi yerine getireyim" dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı. İki parça etti ve içinden bir şey çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve şeytanın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra yüreğimi kendi yanlarında olan latîf (hoş) ve yumuşak bir şey ile doldurdular. Nûrdan bir mühür ile mühürlediler. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve) 
Ben Kâbe'nin yanında uyur uyanık bir hâlde iken, iki kişi; içinde zemzem suyu bulunan bir tasla bana geldiler. Sadrım şerh edildi. Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra yerine kondu. İlim, hikmet ve mârifet ile dolduruldu. Sonra burak getirildi. Onun üzerine binerek, Cebrâille berâber (mi'râca) gittim. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) 
2. Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlık, rahatlık ve huzûr) ile doldurulup genişlemesi. 
Şerh-i sadrın sebeblerinden bâzıları şunlardır: İlim sebebiyle kalb o kadar genişler açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, şerh-i sadrı da o kadar artar. Bu ilimden m urâd (maksad) her ilim değil, peygamberden mîrâs kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz. (Abdülhak-ı Dehlevî) 
Şerh-i sadrın sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar genişler. Kimin eli kısa ve kapalı ise sînesi de o nisbette dardır. Şerh-i sadrın sebep lerinden biri de,Allah yolunda kahramanlık, insâf sâhipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. (Abdülhak-ı Dehlevî) 
Şerh-i sadr sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme yâni kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâmı, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağında n yükselen zulmânî buhâr ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve şerh-i sadra sebeb olan îmân nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten (sevgiden) ve zikirden, Allahü teâlâyı anmaktan insanı alıkoyarlar, mahrûm bırakırlar. Kalb sâhasını ka rartır ve daraltırlar. (Abdülhak-ı Dehlevî) 

ŞER'Î:
Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun. (Bkz. Şerîat) 
Bir işten, o işi işleyen kimsenin maksadı, niyeti her ne ise, o iş hakkındaki şer'î hüküm de, o maksada göredir. Yâni bir kimsenin işlediği bir iş üzerine düşecek şer'î hüküm, o işten, o kimsenin niyeti, maksad ve murâdı her ne ise ona göre olur. Mes elâ bir kimse, avlanmak niyetiyle ava bir kurşun attığı sırada, bu kurşun bir adama isâbet etse ve o adam ölse, diyet lâzım gelir. Fakat, o adamın ava kurşun atmaktan maksadı o adamı öldürmek olsaydı, kısas lâzım gelirdi. (Ali Haydar Efendi) 

ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet. 
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat getirmiştir. Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde t anzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı îtibâra sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî) 
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî) 

ŞERÎF:
Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler. 
Hazret-i Fâtımâ ile kıyâmete kadar olan çocukları Ehl-i beyttirler. Bunları sevmek kalb, beden ve mal ile yardım, hürmet etmek; îmân ile ölmeye sebeb olur. Sûriye'nin Hama şehrinde hazret-i Hüseyn'in soyundan gelen seyyidler için mahkeme vardı. Mısır 'daki Abbâsî halîfesi zamânında hazret-i Hasen'in evlâdına şerîf ismi verilerek beyaz sarık sarmaları, hazret-i Hüseyn'in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık sarmaları uygun görüldü. Bu mübârek sülâleden doğan çocuklar iki şâhid ile hâkim huzûrunda kayd ve tescîl edilirdi. Bu mahkemeleri, Tanzîmât Fermânını yayınlayarak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hazırlayan, İngilizlerin sâdık dostu Mustafa Reşîd Paşa kaldırdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 
Beyt-ül-mâlden (devlet hazînesinden) hakkı olan fakirler, zekât me'murları, âlimler, muallimler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular, Ehl-i beyt-i nebevî yâni seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları k adar almaları câizdir. (İbn-i Âbidîn) 

Şerîf-i Câferî:
Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad. 

ŞERÎK:
1. Eş, ortak. 
Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden sevâblarını ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî) 
(Yâ Ebüdderdâ!) Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerîk yapma!Farz namazları terk etme! Farz namazları bile bile terk eden, müslümanlıktan çıkar. Şarab içme! Şarab, bütün kötülüklerin anahtarıdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât) 
Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şerîki yoktur. Mülk ve saltanat onundur... (Hazret-i Ebû Bekr) 
2. Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri. 
Mudârebe şirketi, şeriklerden bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulur. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir; telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn) 

ŞETM:
Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek. 
Eshâb-ı kirâma yâni Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına şetm, Allahü teâlânın Peygamberine şetm olur. Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlânın Resûlüne (peygamberine) itâat etmemiş, (uymamış) olur. (Ahmed Fârûkî) 

ŞEVVÂL AYI:
Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay. 
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutup, ardından Şevvâl ayından da altı gün daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim) 
Ramazân-ı şerîf ayında orucunu tutup, ardından Şevvâl ayında altı gün daha oruç tutan, günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır, kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî) 
Şevvâl ayının birinci günü, fıtr (Ramazân) bayramının; Zilhicce'nin onuncu günü ise, Kurban bayramının birinci günleridir. Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti (namaz kılmak haram olan vakit) çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. Bayram namazlarının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir. Fakat burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur. Fıtr bayramında, namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusletmek, misvâk kullanmak, en iyi elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, yolda yavaşça tekbîr okumak müstehâbdır. (Enver Şah Keşmîrî) 

ŞEYH:
1. İhtiyâr. 
Şeyhlere hürmet ediniz. (Hadîs-i şerîf-Lemeât) 
2. Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan. 
3. Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur. (Bkz. Meşâyıh) 
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz. Nasîhatlarına kıymet veriniz. Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı Rabbânî) 
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır. Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü. Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasa vvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek, anlamamaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 

Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı. 
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir" buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi) 
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar" buyurdu. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güze l bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî) 

ŞEYHAYN:
1. Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab. 
Şeyhayn bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmektedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim. (Hazret-i Ali) 
Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya câhildir veya inâdcıdır. (Ebü'l-Hasen-i Eş'arî) 
2. Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab. 
Mîdeden ve ciğerden gelen kan sıvı, şeyhayne göre az olsa dahi abdesti bozar. (Halebî İbrâhim) 
3. Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab 

ŞEYHÜLİSLÂM:
İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi. 
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak, hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi) 
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendi'dir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi) 
İbn-i Hacer-i Mekkî, yaşadığı asırda Ehl-i sünnet müslümanlarının gözbebeği oldu. Asrının şeyhülislâmı idi. Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî onun için; "İbn-i Hacer-i Mekkî'nin sözleri, yazıları, dört mezhebde de hüccettir, seneddir" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş) 

ŞEYTAN:
Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Şeytan insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hatırlatır. Şeytanın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır. (Nisâ sûresi: 121) 
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder. Allah ise kendisinden mağfiret ve fadl vâ'd ediyor. (Bekara sûresi: 268) 
Gadab (kızmak) şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su ateşi söndürür. Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel) 
İçinizden her kim, Cennet safâsını isterse, cemâate devâm etsin. Çünkü şeytan tek kişi ile bulunur. İki kişi olursa uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel) 
Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve sol eli ile içer. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm) 
Kalbini, şeytanın oyuncağı yapma. (Ferîdüddîn Genc-i Şeker) 
Büyüklerden biri şeytana dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak istiyorum, ne yapayım?" Şeytan sevinip benim gibi olmak istersen, namaza ehemmiyet verme ve doğru-yalan her şeye yemin et, yâni çok yemin et" dedi. O kimse de hiçbir namazı bıra kmayacağım ve artık yemin etmiyeceğim" dedi. (İbn-i Cevzî) 
Birçok istekler insanda bulunmaz, dışarıdan gelirler. Bunlardan faydalı olanlarını Allahü teâlâ merhamet ederek gönderir. Bir hadîs-i şerîfte; "Her mü'minin kalbinde Allahü teâlânın bir vâizi (nasîhat edicisi) vardır" buyruldu. Zararlı olanlarını şeytan gönderir. Şeytan insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. (İmâm-ı Rabbânî) 
Şeytanların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri unutturup, günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzularını kızıştırırlar. Şeytanlar, ateş ile havadan yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Cin ve şeytanlar en ufak yerd en geçerler, insanın içine, damarlarına bile girerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 

ŞÎA:
Taraftar, yardımcılar. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka. 
"Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra, halîfelik hazret-i Ali'ye âitti. Her asırda da imamlık (halîfelik) onun çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm (halîfe) olamaz. Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla başa geçer" inancı etrâfında birleşen Şîayı kuran ve ilk olarak ortaya çıkaran Abdullah ibni Sebe adlı Yemenli bir yahûdîdir. (Abdülazîz Dehlevî) 
Eshâb-ı kirâma düşman olan Şîa fırkası üç grupta toplanmaktadır: 
1) Tafdîliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar. 
2) Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kafir oldular, diyorlar. Bunları sebbediyorlar yâni kötülüyorlar. 
3) Gulât; hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî) 
Şîa yirmi fırkadır. On sekizinci fırkası İsmâiliyye fırkasıdır. Bu fırkaya Bâtıniyye de denir. Şîanın şimdi İran'da ve Hindistan'da en çok bulunan fırkaları İmâmiyye fırkasıdır. Bunlar kendilerine Câferî diyorlar. (İmâm-ı Rabbânî) 
Şîa'ya göre imâmlar yâni devlet başkanları mâsûm yâni günâh işlemezler. Peygamberlerden tek farkı imâmlara vahy gelmemesidir. Yine Şîanın Câferî koluna göre herkes kazandığının beşte birini din adamlarına vermeye mecburdurlar. (Şehristânî, Kâşif-ül-Gıtâ) 

ŞİFÂ:
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma. 
Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) 
Duâ ile ilâç, ömrü uzatmaz. Eceli geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel bilinmediği için, duâ etmek, ilâç kullanmak lâzımdır. Eceli gelmemiş olan sıhhate, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir. (İmâm-ı Kastalânî) 
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç kullanırdı. Kur'ân-ı kerîm veya duâ okurdu. Fen ile bulunan ilaçlar kullanırdı. Her ikisini karışık da kullanırdı. "Kur'ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasîb olmaz" buyururdu. Fâtiha sûresini okumanın şifâ olduğu çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. (İmâm-ı Kastalânî) 
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden (yâni Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretle ri bütün dedelerinin isimlerini sayarak şu kudsî hadîsi okudu; "Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur!" İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i şerîf, râvîlerin (bildirenl erin) isimleri ile berâber deliye okunursa, aklı başına gelir. Hastaya okunursa, şifâ bulur. (Ebû Nuaym İsfehânî) 
Balda şifâ vardır. Yetmiş peygamber bala bereket ile duâ etmiştir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 
Şifâ için okunacak duâ yazmamı istiyorsunuz. Şifâ için, istiğfârı (Allah'ım! Senden günahlarımı, kusurlarımı affetmeni, bağışlamanı istiyorum, mânâsına Esteğfirullah ve benzerlerini) çok okuyunuz. Bütün derdlere, sıkıntılara karşı fâidelidir. Hûd sûr esinin elli ikinci âyetinde meâlen; "İstiğfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim." buyruldu. İstiğfâr insanı her murâda, dileğe, âfiyete (sıhhate, iyi hâle) kavuşturur. (M. Osman Sâhib) 

Şifâ Âyet-i Kerîmeleri:
Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası. 
Kur'ân-ı kerîmdeki şifâ âyetleri bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Şifâ âyetlerini abdestli olarak bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kaptaki suya koymak da olur. Hasta bu suyu içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette ş ifâ verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır. Hastanın, zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçları almaktan, soğuktan, haram ve zulümden sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Kuşeyrî) 

ŞÎÎ:
Şîa fırkasına mensub kimse. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden. (Bkz. Şîa) 
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere Ehl-i sünnet denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyen lere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmayanlara şiî denir. Şiîler İran'da, Hindistan'da ve Irak'ta çoktur. (İmâm-ı Rabbânî, Mahmûd Âlûsî) 
Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar. Hâlbuki büyük âlim ve velî olan Câfer-i Sâdık, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın üstâdı idi. Kendilerine Câferî diyen şiîlerin, Câfer-i Sâdık'la bir ilgileri yoktur, onun yolundan çok uzaktır lar. (Âlûsî, İmâm-ı Rabbânî) 
Şiîlerin, yaptıkları müt'a nikâhı ve para ile muvakkat (geçici) nikâh yapmak yâni metres tutmak haramdır. (Abdullah-i Mûsulî) 

ŞİRÂ:
Satın almak. (Bkz. Bey' ve Şirâ) 

ŞİRK:
Allahü teâlâya eş, ortak koşma. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: 
Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı mağfiret etmez. Şirkten başka her günâhı dilediği kulundan affeder. (Nisâ sûresi 48 ve 166) 
Şirkten sakınınız, şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) 
Ey oğlum! Allah'a şirk koşma! Zîrâ şirk büyük günâhtır. (Lokman Hakîm) 
Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günâh, şirktir. (Muhammed Hâdimî) 

Şirk-i Asgar:
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş. 
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) 

Şirk-i Ekber:
Putlara tapınmak. Allahü teâlâya ortak koşmak. 

Şirk-i Hafî:
Gizli şirk; riyâ. (Bkz. Riyâ, Şirk-i Asgâr) 

ŞİRKET:
Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib olmaları. Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme. 
İslâmiyet'te şirketler iki kısımdır. 1) Mülk şirketi: İki veya daha çok kimsenin mîrâs ve hediye sûretiyle veya parasını belirli oranda verip, satın alarak bir mala berâber sâhib olmaları. 2) Akd ile yâni sözleşerek kurulan şirket: Bir yazılı mukâvel e yaparak ortakların kabûl etmesi ile kurulur. (İbrâhim Halebî) 

Şirket-i A'mâl:
İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. (Bkz. Sanâyi' Şirketi) 

ŞİT (ŞÎS) ALEYHİSSELÂM:
Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiş tir. 
Ebû Zer Gıfârî radıyallahü anh şöyle rivâyet etti. Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ kaç kitap gönderdi?" diye sordum. "Yüz dört kitap gönderdi. Şit'e elli sahîfe indirdi..." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ) 
Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil'in Hâbil'i şehîd etmesinden beş veya otuz sene sonra dünyâya gelen Şit aleyhisselâmın alnına son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûru intikâl etti ve onun alnında parladı. Âdem aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı diğer evlâdlarından çok severdi. Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği sırada bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Şit aleyhisselâm babası Âdem aleyhisselâm ile veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı. Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Şit aleyhisselâma peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teâlâ Şit aleyhisselâma elli suhuf (forma) gönderdi. Şit aleyhisselâma nâzil olan elli suhufta; hikmet ve riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi ve çeşitli san'atlar ve daha pekçok şey bildirildi. Şit aleyhisselâmın dîninin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uygun idi. Şit aleyhisselâm bin şehir kuru p sınırlarını tesbit etti. Her şehrin kapısında "Lâ ilâhe İllallah, Âdem Safvetullah, (Safiyyullah), Muhammed Habîbullah" yazılı idi. Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları kurdukları şehirlerde huzûrlu ve mes'ûd yaşadılar. Şam'dan Yemen'e de giden Şit aleyhisselâm, Hâbil'i şehîd ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kâbil'in çocuklarına ve torunlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bu kavim Şit aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyip, azgınlık gösterdiler. Şit aleyhisselâm onla r ile cihâd (harb) etti. Bu savaşta kılıç kullandı. Şit aleyhisselâm vefât etmeden önce yerine oğlu Enûş'u halîfe tâyin etti. Şit aleyhisselâm vefât ettikten sonra kuvvetli rivâyete göre Minâ'daki mescidin minâresi dibinde medfûn olan Âdem aleyhisselâmın yanına defn edildi. (İbn-ül-Esîr-Taberî, Kisâî, Muhammed Mâsûm) 
Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şit aleyhisselâma; "Yavrum! Bu alnında parlıyan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyyette bulun" buyurdu. (Altıparmak Muhammed Efendi) 

ŞÖHRET:
Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma. 
Mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî) 
Bir kimse, dünyâda şöhret elbisesi giyerse, Allahü teâlâ ona kıyâmet günü aynı elbiseyi giydirerek kötü şöhretle teşhir eder ve nihâyet onu ateş alır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) 
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Din ve dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir" buyurdu. Bunun için şöhret sâhibi olmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. (İmâm-ı Rabbânî) 
Tevâzu'un başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selâmı senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten uzak durmandır. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk) 
Ey oğul! Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî) 
Şöhret için vâz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak riyâ (gösteriş) olur. (Ali bin Emrullah) 
Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz. (Bişr-i Hâfî) 

ŞUARÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi. 
Şuarâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İki yüz yirmi yedi âyet-i kerîmedir. İçinde şâirlerden bahsedildiği için, Sûret-üş-Şuarâ denilmiştir. Sûrede; hazret-i Mûsâ ile Fir'avn arasında geçen olaylar, İbrâhim, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberl erin kavimlerindeki inkârcılara karşı verdikleri mücâdelelerden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Senâullah Dehlevî) 
Allahü teâlâ Şuarâ sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
O zamanda ki Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara; " (Allah'tan) korkmaz mısınız, şüphesiz ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaât edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değil. Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terâzi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesâdcılar olarak bozgunculuk etmeyin" demişti. (Âyet: 177-183) 
Kim Şuarâ sûresini okursa, Nûh'u tasdîk edenlerin, Hûd, Sâlih, Şuayb ve İbrâhim'i yalanlayanların ve Îsâ'yı yalanlayanların ve Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk edenlerin adedinin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri) 

ŞUAYB ALEYHİSSELÂM:
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûs â aleyhisselâmın kayınpederidir. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: 
Biz evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şuayb'ı (aleyhisselâm) gönderdik. O, onlara, "Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip (bir olduğuna inanıp) O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. Alışverişinizde ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdîrde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde, ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyânetiniz sebebiyle kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir azâbın) sizi kuşatarak hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım" dedi. (Hûd sûresi: 84) 
Azâb emrimiz gelince, Şuayb'a ve onunla olan mü'minlere (rahmetimizle) necât (kurtuluş) verdik ve küfürle nefislerine zulm edenleri (Cebrâil aleyhisselâmın) sayhası (korkunç, heybetli sesi) yakalayıp, evlerinde helâk oldular. (Hûd sûresi: 94) 
Şuayb aleyhisselâm, Medyenlilerin neseben (soy yoluyla) kardeşleridir. Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber gönderilmiştir. (Hadîs-i şerîf-El-Bidâye ven-Nihâye) 
Arabistan'da Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, azıtıp sapıtan Medyen halkına peygamber gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Putlara tapan Medyen halkı, alışverişte hîl e yapmakta da ileri gitmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm, Medyen halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, putlara tapmaktan, alış-verişteki hîlekârlıktan ve diğer azgınlıklarından vazgeçirmeye dâvet etti. Medyenliler, Şuayb aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmedikleri gibi, karşı çıktılar. Şuayb aleyhisselâm onları gelecek şiddetli bir azâbla korkuttu. Şuayb aleyhisselâmın peygamberliği Şam'a kadar duyuldu. Birçok kimse gelerek ona îmân ettiler. Fakat inanmayanlar, îmân etmek için gelenlere mâni olmaya çalışıp Şuayb aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulundular. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdît ettiler. Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ, Şuayb aleyhisselâma inanmayan ve azgınlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine azâbını gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası (korkunç, heybetli sesi) ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı. Hepsi helâk olup, yok oldular. Sanki o beldede yaşamamışlardı. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar bu korkunç azâbdan kurtuldular. Şuayb aleyhisselâm kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'e yakın, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke ahâlisine, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen ahâlisinin bütün özelliklerini taşıyan Eyke ahâlisi de onun bu dâvetine karşı çıkıp, mûcize istediler. Gösterdiği mûcizeler karşısında birçok kimse îmâna geldi. Ancak pekçok kimse de inanmadı. Allahü teâlâ kıtlık ve kuraklık verdi, yine inanmadılar. Allahü teâlâ, kâfirlerin üzerine azâb olarak gönderdiği buluttan, ateş ve kıvılcımlar yağdırdı. Bütün kâfirler ve onlara âit olan şeyler yanarak helâk oldular. Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkının helâk olmasınd an sonra Medyen'e yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kendisi iyice yaşlandı, kızları büyüdü. Gözleri zayıfladı, vücûdu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır'dan çıkıp, Medyen'e geldi. Şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulundu ve kızlarından birisiyle evlendi. Sonra Mısır'a gitti. Mısır'da Mûsâ aleyhisselâmı ziyâret eden Şuayb aleyhisselâm, bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gelip yerleşti. Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim arasında Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişâncızâde) 

ŞUHH:
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek. 
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: 
Şuhhtan korunan kimse, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ericidir. (Haşr sûresi: 9) 
Şuhhtan kaçının. Çünkü sizden evvel geçenleri o helâk etti. Onları kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl görmeye sürükledi. (Hadîs-i şerîf-Müslim) 

ŞÛRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi. 
Şûrâ sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli üç âyet-i kerîmedir. Otuz sekizinci âyetinde geçen Şûrâ kelimesinden dolayı, Sûret-üş-Şûrâ denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudret ve azameti, müşriklerin âhiretteki cezâları, Allahü teâlânın lütfu ve affının çokluğu bildirilmektedir. (Kurtubî, Ebû Hayyan, İbn-i Abbâs, Râzî) 
Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde meâlen buyuruyor ki: 
Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünyâ menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir. (Âyet: 20) 
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri kimselerden olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri) 

ŞUÛR:
1. Anlayış, idrâk. 
Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında îtibârı, kıymetleri yoktur; fakat âhirette kurtulacak olanlar, onlardır. Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli-kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde k urtulamayacaklardır. (Abdullah bin Ömer) 
2. Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık. 
Sekr (şuûrsuzluk) hâlinde bulunan evliyânın uygunsuz sözleri söylemeleri suç sayılmayabilir. Fakat hep şuûrlu olanların böyle sözler söylememeleri lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî) 

ŞÜF'A:
Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı. Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir. 
Şüf'a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. (Mecelle) 
Müşterinin teslim etmesi ile veyâ hâkimin karar vermesi ile şüf'a sâhibi, satılan binâya mâlik olur. (Mecelle) 
Nakl edilebilen şeylerin ve vakıf ve mîrî (devlete âit) toprak üzerindeki mülklerin satılmasında şüf'a hakkı yoktur. (Mecelle) 

ŞÜHEDÂ:
Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler. (Bkz. Şehîd) 

ŞÜHÛD:
Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi. 
Keşf (gizli bilgilerin açılması) ve şühûd sâhibi milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret ederek, Allahü teâlânın sonsuz nîmetlerine kavuşmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 
Cezbe (çekilmek) ancak bir üst makâma olur. Daha üst makâmlara çekilmez. Şühûd da böyledir. Bir makam görülebilir. O hâlde kalb makâmında bulunup sülûk yapmadan (tasavvuf yolunda ilerlemeden) cezb edilenler ancak, kalbin üstündeki rûh makâmına çekili rler. Rûhun şühûdünü şühûd-i hak bilirler. (İmâm-ı Rabbânî) 

Şühûd-i Ehadiyet:
Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet. 

Şühûd-i Enfüsî:
Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli. Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme. 
Şühûd-i enfüsîye kavuşmak için önce seyr-i âfâkî lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî) 

Şühûd-i İlâhî:
Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı müşâhede, görme. 
Sülûkun (tasavvuf yolunun) sonuna varmadıkça ve orada fenâ-i mutlak (her bakımdan Allahü teâlâ ile olma, onda yok olma) hâsıl olmadıkça şühûd-i ilâhî mümkün değildir. Ancak, bu görmek olmayıp başka kelime bulunamadığı için şühûd denmiştir. (Muhammed Bâki-billah) 

Şühûd-i Tecellî (Şühûd-i Sûrî):
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi. 
Şühûd-i tecellî nasıl olursa olsun hep seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler ise aslın yanında hiçtir. (İmâm-ı Rabbânî) 

ŞÜKR (Şükür):
Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma. 
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: 
Îmân eder ve şükür ederseniz azâb yapmam. (Nisâ sûresi: 46) 
Nîmetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım. (İbrâhim sûresi: 7) 
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükür etmiş olmaz. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ) 
Şükürden maksad; aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmektir. 
Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nîmete şükredenlere, onu arttıracağını Allahü teâlâ bildirdi. Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Nîmetin kıymetini bilmemek onun elden çıkmasına sebebdir. Şük ür ise, onu devamlı kılar ve arttırır. ( Hazret-i Ali) 
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın (Sa'dî Şirâzî) 
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve şükr ederse, bu medh ü senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü, her nîmeti yaratan, gönderen hep O'dur. O hatırlatmazsa ve kuvvet ve kolaylık vermezse, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. (M. Sıddîk Gümüş) 
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip kendinden bilmezse nîmetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur. (Ka'b-ül-Ahbâr) 
Ne zaman Hak teâlâ, size sağlık gibi, mal gibi, evlât gibi nîmet verse, sevinip Elhamdü lillah, bizim Rabbimiz bize ikrâm eyledi dersiniz. Ne vakit Allahü teâlâ size musîbet verse, yâni size bir belâ verse, gam çekersiniz, sabr etmezsiniz, şükr etmey i unutursunuz. (Kutbüddîn İznikî) 
İyilik edene, mal ile hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır. Kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan , en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur. Hele O'na ve nîmetlerin O'ndan geldiğine inanmamak ve bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüzkarası olur. (Ali bin Emrullah) Vücûdumun her kılı, dile gelse de Şükr etmiş olamam, nîmetlerine! 
(İmâm-ı Rabbânî) 

Şükr Secdesi:
Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde. (Bkz. Secde) 
Şükür secdesi, tilâvet secdesi gibidir. Allahü teâlâ için şükür secdesi yapmak müstehâbdır. Secdede önce "Elhamdülillah", sonra üç kere"Sübhâne rabbiyel-a'lâ" denir. Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekrûhtur. (İmâm-ı Nesefî) 

ŞÜPHELİ ŞEYLER:
Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler. 
Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. İkisi arasında örtülü bulunan şüpheli şeyleri tanımak güçtür. Şüpheli şeylerin etrâfında dolaşan harama düşer. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) 
Şüphelilerden sakınmaya vera', haramlardan sakınmaya takvâ denir. Şüpheli olmak korkusu ile mübahların (yapılıp yapılmamasında serbest bırakılanların) çoğunu terk etmeğe de zühd denir. Ebû Bekr radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz, harama düşme korkusund an yetmiş helâli terk ederdik." (İbn-i Âbidîn) 
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh (serbest) etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mübahlarla doymayıp, bitmez tükenmez mübahları bırakarak İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşanlar, şüphe li ve haramlara uzananlar ne kadar bedbaht (kötü tali'li) ve zavallıdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten, haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri, âdet (alışkanlık) üzere bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark; Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü namaz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Dininizin direği, temeli verâ'dır." Başka bir hadîs-i şerîfte de; "Hiçbir şey verâ' gibi olamaz" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî) 
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. (Abdullah İsfehânî) 
Şüpheli olan bir dirhemi sâhibine geri vermeyi, bin dirhem sadaka vermekten daha çok severim. (Abdullah bin Mübârek) 
Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir. (İmâm-ı Gazâlî) 
İnsan mubâh olan, dünyâ işlerine çok dalarsa, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Belki helâlden çok yiyen, müttekîlerin (takvâ sâhiplerinin) derecesine eremez. Çünkü mîde helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Böylece, câiz olmayan şeyler yapılabilir . (İmâm-ı Gazâlî) 

ŞÜÛNÂT:
Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri. 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol