Dini Bilgiler İslam > Dinimizin Insanlara Verdigi Onem

Dini Bilgiler Ansiklopedisi

Dinimizin Insanlara Verdigi Onem

DİNİMİZİN İNSANLARA VERDİĞİ ÖNEM


Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor.

 

"Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır."1

İnsanların doğuştan eşit olduklarını ifade eden bu âyet, Ashabtan Sabit İbn-i Kays hakkında nazil olmuştur. Sâbit, bir kere Peygamberimizin meclisine gelmişti. Orada yanında oturmak istediği kişi Sâbit'e yer açıp göstermedi. Buna içerleyen Sâbit, "Ey filân kadının oğlu" diye hakaret etti. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- Ey Sâbit, mecliste olanların yüzlerine bak, buyurdu. O da orada oturanlara birer birer baktı. Peygamberimizi:

- Ne gördün? diye sordu. Sabit:

- Ak, kara, kırmızı çehreler gördüm, deyince, Peygamberimiz:

- Ey Sâbit, sen bunları, bu siyahtır Araptır, bu beyazdır Acemdir, diye birbirine üstün kılamazsın. İnsanlar dine bağlılıkları ve takvaları (Allah'tan korkmaları) ile faziletlidirler diyebilirsin, buyurdu ve bu âyet nazil oldu.2

Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

 

 

"Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Sizin kalplerinize ve işlerinize bakar"3

Bir başka hadisi şerif de şöyledir:

 

"İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir. Hiç kimsenin başkası üzerinde -Allah korkusu hariç- bir üstünlüğü yoktur."4

İslâm dininin iki ana gayesi vardır. Birisi tek olan, eşi ve dengi bulunmayan Allah'a inanmak ve yalnız O'na ibadet etmek, diğeri de Allah'ın bütün yaratıklarına iyi davranmaktır.

İslâm, bütün yaratıklara, özellikle en üstün yaratık olan insana şefkat ve merhamet göstermeyi bir esas olarak kabul etmiştir. Bunun içindir ki, bu dini tebliğ etmek üzere gönderilen son Peygamber Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem'i ilk tanıyan ve etrafında ilk toplananların çoğunluğunu hakları ellerinden alınmış, toplum içinde hor ve hakir görülmüş insanlar oluşturmuştur. Bunlar, İslâm dininin insanlar arasında ayırım yapmadığını görünce hemen onu kabul edip müslüman olmuşlardı. Nitekim Ebû Süfyan müslüman olmadan önce ticaret maksadı ile Şam'a gitmişti. Rum Kayseri Hırakl onu davet etmiş ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi:

- Peygamber olduğunu söyleyen kimseye uyanlar genelde halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıf olanları mı? Ebu Süfyan bu soruya şu cevabı verdi:

- Ona uyanlar halkın ileri gelenleri değil, halkın zayıf olanlarıdır. Bunun üzerine,Hırakl:

- Peygamberlere ilk önce uyanlar da zaten onlardır, dedi.5 Toplumun zayıf olan kesiminin müslümanlığı kabul edip Peygamberimizin etrafında toplandıklarını gören ileri gelenler, rahatsız olmaya başlamışlardı. Onlar da müslüman olmak istiyor, ancak yoksullarla birlikte oturmayı bir türlü hazmedemiyorlardı. Bunun için Peygamberimize gelerek şu teklifte bulundular: Size uymak istiyoruz, ancak yoksullarla beraber aynı mecliste oturmak istemiyoruz. Bunun için bize yoksulların katılmayacağı bir meclis tahsis ediniz" dediler. Müslüman olmalarını çok arzu eden Peygamberimiz de onların bu teklifleri üzerinde düşünüyordu ki, Allah Teâlâ ona şu âyeti indirdi:

 

"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye değer verme."6

İşte inen bu âyetler, toplum ferdleri arasında sosyal bir ayırım gözetmeden, Allah'ın âyetlerini herkese okumasını, zenginleri kabul edip yoksulları ihmal etmemesini Peygamberimize emretmiştir.

Cehâlet devrinin yetiştirdiği adamlardı bunlar. Onlara göre yoksullar ve köleler adam sayılmazdı. Onlarla nasıl bir mecliste beraber oturacaklar, sevişip kaynaşacaklardı, bu olacak şey değildi. Onların bu anlayışta olduklarını gösteren bir başka örnek de şudur: Peygamberimiz Mekke'yi fethettiği zaman Hz. Bilâl'e Kâbe'nin üzerine çıkarak ezan okumasını emretti. Hz. Bilâl, bu emri alır almaz hemen Kâbe'nin üzerine çıktı ve ezan okumaya başladı. Kureyş kabilesi ileri gelenleri bunu hayretle seyrediyorlardı. Birisi Hâris b. Hişam'a dönerek: "Görmüyor musun, bu siyah köle nereye çıktı?" dedi7 Bunu bir türlü kabul edemiyordu, nasıl olur da bir siyah köle Kâbe gibi mukaddes bir mekânın üzerine çıkar. Kendisi ile bir kölenin eşit olamayacağını düşünüyordu. Halbuki Hz. Bilâl, kendisine tevdi edilen bir görevi ifa ediyordu. Bunun fakirlikle kölelikle bir ilgisi yoktu. Bunda sadece ehliyet aranır. Bu görev, onu en iyi bir şekilde yapabilecek kimseye verilir. Peygamberimiz de öyle yaptı, sesi güzel ve bütün samimiyeti ile İslâm'a inanmış ve her yönü ile güvenilir bulunan Hz. Bilâl'i seçmişti.

Değerli kardeşlerim, İslâm dini insan haklarına büyük önem vermiştir. Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamberimizin sünnetine bakıldığı zaman insan hakları ile ilgili emir ve tavsiyeler görülecektir.

İslâm dini "Haklar"ı iki kısma ayırıyor. Bunlardan birisi ve birincisi Allah hakkıdır, diğeri de insan haklarıdır. Peygamberimiz insan haklarına büyük değer verirdi. Müslüman'ın, insan hakkı üzerinde olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkmamasını daima öğütlerdi. Hatta O,namazını kıldırmak üzere, bir cenazeye davet edildiği zaman, ölünün kul borcu olup olmadığını sorardı. Borcu olduğu kendisine bildirilince borcunu karşılayacak bir mal veya para bırakmışsa namazını kılar; borcunu karşılayacak bir şey bırakmadığı bildirilince kendisi bu cenazenin namazını kılmak istemezdi. Bunun sebebi, borçlu ölüp borcunu karşılayacak bir şey bırakmamış olan kimsenin cenaze namazının kılınmayacağı için değil, arkadaşlarından zengin olanların, Peygamber namazını kılmıyor diye ona acıyarak bıraktığı borcu ödemelerini teşvik etmek ve böylece onun, kul borcu ile Allah'ın huzuruna çıkmamasını sağlamaktı. Nitekim şu rivâyet bunun çarpıcı bir örneğidir:

Seleme İbn-i Ekva (r.a.) anlatıyor: Bir defasında Peygamberimizle birlikte oturuyorduk. Bir cenaze getirildi. Cenaze sahipleri:

- Ey Allah'ın Resûlü, cenazemiz var, namazını kıldırır mısınız? dediler. Peygamberimiz:

- Ölünün üzerinde bir borç var mıdır? diye sordu. Cenaze sahipleri.

- Hayır, borcu yoktur, diye cevap verdiler. Peygamberimiz:

- Bir dünyalık bıraktı mı? diye sordu. Onlar:

- Hayır, bir şey bırakmadı, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz cenaze üzerine namaz kıldı. Başka bir zaman bir başka cenaze getirilmişti. Cenaze sahipleri Peygamberimizden cenazelerine namaz kıldırmasını rica ettiler. Peygamberimiz:

- Ölünün üzerinde borç var mı? diye sordu. Onlar:

- Evet, var, dediler. Peygamberimiz:

- Bir dünyalık bıraktı mı? diye sordu. Onlar:

- Üç dinar bıraktı, dediler. Peygamberimiz bunun da namazını kıldı. Sonra üçüncü bir cenaze getirildi ve:

- Ey Allah'ın Resûlü, cenazemiz var, namazını kılsanız, dediler.

Peygamberimiz yine sordu:

- Ölü bir dünyalık bıraktı mı?

- Hayır, bırakmadı, dediler. Peygamberimiz:

- Ölünün borcu var mı? diye sordu. Cenaze sahipleri:

- Evet, üç dinar borcu var, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- Haydi, cenazenizin namazını kılın, buyurdu (da kendileri kılmak istemedi). Bunun üzerine Ebû Katade adındaki sahabi:

Ey Allah'ın Resûlü, cenazenin namazını kılınız, borcu benim üzerimedir, (yani borcunu ben ödeyeceğim) diyerek kefil oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz bu cenazenin de namazını kıldı."8

Dârekutnî'nin rivayetine göre, Hz. Ali diyor ki: ''Bir cenaze namazı kılınmak için getirildiğinde Peygamberimizin adeti, ölünün geçmiş hayatının hiçbir safhasından sormaz, yalnız onun borcu var mıdır? derdi."9

Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin, borçlunun cenaze namazını kılmaması İslâm'ın ilk günlerinde olmuştur. Allah Teâlâ Peygamberimize fetihler nasip edip hazine zenginleşince, üzerinde kul borcu olup vefat edenlerin borçları Peygamberimiz tarafından ödenerek namazları kılınmıştır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur.

 

"Ben, müminlere kendilerinden daha yakınım. Herhangi bir mümin ölürken borç bırakır (ve onu ödeyecek bir mal veya para bırakmaz) sa onu ödemek bana aittir. Mal bırakırsa o da veresesinindir."10

Görülüyor ki, Peygamberimiz bir müminin borçlu olarak Allah'ın huzuruna gitmesini istemiyor. Naklettiğimiz sahih rivayetler, Peygamberimizin bu konuda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor.

Peygamberimizin: "Ölünün borcu var mıdır?" diye sorduğu borç, ödemek niyetiyle yapıp da ödeyemeden ölen kimsenin borcudur. Yoksa, hırsızlık, sahtekârlık, hile, haksızlık ve rüşvet gibi meşrû olmayan yollarla üzerine aldığı kul borçları değildir. Bunlar, sadece bir borç değil, aynı zamanda suç ve günahtır. Allah'ın yüce huzurunda hesap verilirken, kul hakları sahiplerine mutlaka ödenecek, suç olanlarına da ayrıca ceza verilecektir.

Peygamberimizin şu uyarısı ne kadar düşündürücüdür:

 

 

"Kıyamet gününde mutlaka haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü bile alınacaktır."11

Peygamberimizin verdiği örnekten anlıyoruz ki, bu konuda hiç kimseye haksızlık yapılmayacak ve hiç kimsenin hakkı örtbas edilmeyecektir.

Evet değerli kardeşlerim, hiç kimsenin bu dünyada yaptığı yanında kalmayacak, bir gün Mevlâ'nın huzurunda sorgulanacaktır.

Bu konuda Kur'an-ı Kerim'den başka pek çok hadisi şerif de vardır. İşte bu hadisi şeriflerden bir tanesi:

 

Ashab-ı kiram'dan Ebû Hureyre (r.a.)anlatıyor: Peygamberimiz:

- Müflis (iflas etmiş) kimdir, bilir misiniz?diye sordu. Orada bulunanlar:

- Bize göre müflis, parası ve malı kalmayan kimsedir, dediler. Peygamberimiz:

- Benim ümmetimden iflas etmiş olan o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz ve zekât ile (yani bu ibadetleri yapmış olarak) gelir. Fakat şuna sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüş, bundan dolayı onun iyiliklerinden sözü geçenlerin her birine verilir. Üzerindeki kul hakları ödenmeden iyilikleri tükenirse hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir, sonra o kimse cehenneme atılır. (işte gerçekten iflas etmiş bu kimsedir.)12

Bu hadisi şerif, insan haklarının ne kadar önem taşıdığını, insan haklarına saygı duymayan kimsenin, kıyamet gününde dünyada kazanmış olduğu iyilikleri de kaybederek çok kötü duruma düşeceğini açık bir şekilde ifade etmektedir.

Bu konuda Peygamberimizin bir başka uyarısı da şudur:

 

İbn-i Mesûd el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: ben uşağımı kamçı ile dövüyordum. Arkamdan ''Ey Ebâ Mesûd, sen bil ki," diye bir ses duydum. Öfkeli olduğum için bu sesin ne olduğunu anlayamadım. Bana yaklaşınca bir de baktım ki, Peygamberimiz: ''Ey Ebâ Mesûd, iyi bil ki senin bu uşağa karşı gücünden, Allah'ın senin üzerinde ki gücü daha büyüktür" buyurdu. Ben de (bu yaptığım suçu ortadan kaldırsın diye) Bu köle Allah rızası için hürdür" dedim ve köleyi âzâd ettim. Peygamberimiz: ''Sen bu köleyi azat etmeseydin seni cehennem ateşi yakardı"13 buyurdu.

İnsan haklarının önemini belirten bu âyet-i kerime ve hadisi şerifleri naklettikten sonra, biraz da insan haklarının önemli olanlarından söz edelim.

İnsan hakları deyince akla ilk gelen hayat hakkıdır. Diğer haklar bundan sonra gelir. Herkes yaşama hakkına sahiptir. İnsanı bu haktan ne kendisinin ne de başkasının mahrum etme yetkisi yoktur.

Bunun için dinimiz, haksız yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur'an-ı Kerim'de:

 

"Her kim, bir cinayet işlememiş, kimseyi öldürmemiş ve yeryüzünde fesat çıkarmamış olan bir kişiyi öldürürse sanki bütün halkı öldürmüştür. Her kimde bir kimsenin yaşamasına sebep olursa bütün insanları ihya etmiş gibi olur"14 buyurulmuş ve hayat hakkının önemine dikkat çekilmiştir. Bu hakkı başkasına tanımayan kimse sanki bütün insanları öldürmüştür.

 

Ebû Said (r.a.) anlatıyor:

Peygamberimiz meşhur veda haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, bilmiş olunuz ki, günlerin en mukaddesi şu bayram gününüz, ayların en mukaddesi, şu Zilhicce ayınız, şehirlerin en mukaddesi de şu Mekke şehrinizdir.

Bilmiş olunuz ki, şu Zilhicce ayınızda, şu Mekke şehrinizde şu bayram gününüz nasıl mukaddes ise (bayram günü Mekke'de günah işlemek nasıl ağır bir suç ise) şüphesiz kanlarınız ve mallarınız da size haramdır. (yani birbirinizin kanını akıtmanız ve haksız yere birbirinizin malını yemeniz de her zaman ve her yerde büyük günahtır.)"15

Bir başka hadisi şerifte Peygamberimiz:

 

"Şüphesiz dünyanın yok olması, Allah katında haksız yere bir müslüman olan kimsenin öldürülmesinden daha ehvendir."16

Değerli kardeşlerim, yaşama hakkı bir temel haktır. Bu hakkı insana Allah Teâlâ vermiş, O'ndan başka hiç kimsenin bu haktan onu mahrum etmeye yetkisi ve hakkı yoktur. Buna kalkışan kimse yani başkasının hayatına son veren kimse büyük günah işlemiş ve Allah'ın azabını hak etmiş olur. Nitekim Allah Teâlâ.

 

"Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır"17 buyurmuştur.

Esasen Kur'an-ı Kerim, yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldüremeyeceğini bildirmiştir.18

İnsan kıyamet günü kul haklarından sorgulanırken ilk hesabını vereceği adam öldürme günahıdır. Nitekim Peygamberimiz:

"Kıyamet günü insanlar arasında ilk görülecek dava kan davasıdır"19 buyurmuştur.

Bir insanın başkasını haksız yere öldürmesi büyük günah olduğu gibi, kendi hayatına kıyması yani intihar etmesi de büyük günahtır. Çünkü hiç kimse kendi hayatı ile ilgili bir tasarrufta bulunmaya yetkili kılınmamıştır.

Esasen dinimizin beş ana hedefi vardır. Bunlardan birisi de insanın kendi hayatını korumasıdır. Bunun için, insanın kendi hayatını koruması uğrunda öldürülmesi halinde şehit olacağı Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.

Peygamberimiz, kendi hayatlarına kıyanların ahirette görecekleri azabı şöyle haber vermiştir.:

 

"Her kim bir dağdan (yüksek bir yerden) kendisini aşağıya atıp öldürürse, cehennem ateşinde sonsuz ve devamlı olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakan (bir halde azap olunur.) bir kimse de zehir içerek canına kıyarsa zehiri elinde içer bir halde sonsuz ve devamlı bir surette cehennem ateşinde azap olunacaktır. Her kim de kendisini bir demir parçası ile öldürürse o da bıçağı elinde karnına vurarak sonsuz ve devamlı bir şekilde cehennemde azap olunacaktır."20

Değerli kardeşlerim, herkesin mülk edinme hakkı vardır. Hiç kimse bir başkasının malına dokunmaya ,malını elinden almaya yetkili değildir. Bunun için dinimiz hırsızlığı, dolandırıcılığı, yağmacılığı ve çapulculuğu yasaklamış, bu yollarla elde edilecek malın helâl olmayacağını bildirmiştir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Ey müminler, aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret hali olması müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram yollar) ile yemeyin ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhamet eder.''21

İnanmış olan ve bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceği gerçeğini göz önünde bulunduran insan, hiç kimsenin malına haksız yere el uzatmaz. Tarlada, bağda ve bahçede komşularının sınırına tecavüz etmez. Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:

"Kim, haksız olarak başkasına ait yerden bir şey alırsa, kıyamet gününde hakkı olmadığı halde aldığı yer ile yedi kat yere batırılır."22

Kişilerin mülkiyetinde olan mal ve topraktan haksız yere bir şey almak nasıl günah ise kamuya ait mal ve topraktan bir şey almak da aynı şekilde günahtır. Çünkü bunda top yekûn milletin ve tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır.

Kadın hakları da önemli insan haklarından birisidir. Tarih boyunca kadınlar haklarından mahrum edilmiş, hor ve hakir görülmüşlerdir. İslâmiyet'ten önce kadınlar insan sayılmıyor, bir eşya gibi alınıp satılıyorlardı. Hatta kız çocuklarını anne ve babaları diri diri toprağa gömüyor, bundan hiçbir rahatsızlık duymuyorlardı. Kadını ilk defa toplum içindeki bu kötü durumundan kurtaran ve ona değer veren, mülkiyet hakkı tanıyan İslâmiyet olmuştur. Peygamberimiz vedâ haccında ki hutbesinde önemine binaen kadın haklarına da değinmiş ve:

"Ey insanlar, kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah emaneti olarak aldınız ve onları Allah'ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır"23 buyurmuştur.

Erkekler Allah'ın kulları olduğu gibi kadınlar da Allah'ın kullarıdır. Erkekler iyi iş yaptıklarında Allah onları mükafatlandıracağı gibi kadınlar da iyi şeyler yaptıklarında onları da Allah Teâlâ mükafatlandıracaktır. Allah, erkek olsun kadın olsun, kendinden korkan ve O'na itaat edene değer verir.Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

 

"Erkek veya kadın, inanmış olarak kim iyi iş yaparsa onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız ve mükafatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz."24

Görülüyor ki, Allah Teâlâ katında değer ölçüsü takvadır. 0, güzel işe değer verir. Bu güzel işi kim yaparsa -ister kadın, ister erkek olsun- onu, yaptıklarından daha güzel bir mükafatla mükafatlandıracaktır.

Değerli müminler, İslâmiyette din ve vicdan özgürlüğünün de temel insan hakları arasında önemli bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerim'de:

"Dinde zorlama yoktur"25 buyurulmuştur. Dinde zorlama olmayınca, bir inancı -İslâmiyet de olsa- insanlara zorla kabul ettirmek veya inandıklarından onları vaz geçirmek doğru olmaz ve esasen bu, mümkün de değildir. Peygamberlerin, görevlerinin sadece tebliğden ibaret olması, bunun en güzel ifadesidir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"(Ey Muhammed) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"26

Başka bir âyet de şöyledir:

"Ey Muhammed, öğüt ver, çünkü sen öğüt vericisin, onların üzerinde bir zorba değilsin"27

Âyet-i kerimeler, konuyu ne güzel açıklıyor; bir kimseye bir düşünceyi kabul ettirmenin veya düşüncesinden onu vaz geçirmenin ancak telkin ile olacağı bildiriliyor.

İşte değerli kardeşlerim, dinimizin insan haklarına verdiği önem. Buna kulak vermeli, dinimizin emir ve tavsiyelerine uyarak üzerimize kul hakkı almamalıyız.



 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol